Sait Faik Hikaye Armağanı sahibi yazar Ethem Baran'ın 1950'lerde bir Orta Anadolu köyünde geçen romanı 'Köhne', edebi diliyle okuru etkisi alına alan, hikâye kurgularıyla heyecanı ve gerilimi dorukta tutan elinizden bırakamayacağınız bir roman.
Ethem BaranDaha çok öyküleriyle bildiğimiz, Sait Faik Hikaye Armağanı sahibi Ethem Baran’ın son romanı ‘Köhne’, bir Orta Anadolu köyünde iç içe geçmiş, birbirini etkileyen ve hatta tekrar eden yaşamların hikâyeleştirildiği bir taşra anlatısı. Romanın zaman kurgusu 1945 gibi başlıyor ve 1972- 1974 yıllarına kadar uzanıyor. Bu zamansal kurgu romanda geçen kısa bilgilerden elde edilebiliyor ancak ülkenin siyasi tarihi roman kurgusunun bir parçası haline gelmiyor.
Aşağı yukarı 30 senelik bir süreci anlatan roman “Feramuz’un ilk ölümüydü bu” cümlesiyle başlıyor ve romanın sonuna gelindiğinde yine aynı cümleyle okuyucusunu uğurluyor. Dolayısıyla romanın ana hikayesi yine kendine dönüyor ve kendini böylelikle tamamlamış, bütünlemiş oluyor. Roman boyunca Feramuz’un nasıl öldüğünü, kaç kez ve hangi nedenlerle öldüğünü düşünerek ilerliyorsunuz ancak romanda yalnızca Feramuz’un ilk ölümünü bulabiliyorsunuz.
Roman her ne kadar Feramuz’un öyküsüyle açılış ve kapanışını yapsa da Feramuz’un ömrü arasında geçen başka başka hikayeleri de konulaştırıyor. Bu hikayeler romanın içerisinde geniş bir düzleme yayılarak ve zaman zaman tekrar edilerek, bazı bölümleri daha sonra tamamlanmak üzere yarım bırakılarak ilerliyor.
Örneğin henüz Selver’in öyküsü tamamlanmamışken sayfalar öncesinde onun hikayesinden bir parça yer alıyor romanda. Bu durum her ne kadar okuyucuda kafa karışıklığına neden olsa da aslında heyecanı dorukta tutan bir kurguyu şekillendiriyor. Yahut Selver ve Karabey’in hikayesi anlatılırken “İkisi de, çok değil, beş-altı ay sonra Ulucanlar’a düşeceklerini bilmiyordu o sırada.”, “Selver sonradan da çok dayak yiyecekti ama bu dayağı hiç unutmayacak ve ileride Karabey’e aynı acımasızlıkta hatırlatacaktı” gibi cümlelerle geleceğe yapılan göndermeler romanı diri tutmayı ve okuyucuyu daima tetikte kılmayı başarıyor.
Romanın içerisindeki hikayeler tek bir zamansal kurguda ilerlemiyor kimi zaman geçmişe kimi zaman da geleceğe yapılan bu tür göndermelerle “an”ın içerisinde geçmiş ve gelecek bütünleştirilerek ustalıkla yeniden biçimlendiriliyor. Böylece roman her ne kadar akışta olan zamansal düzlemde ilerliyor gibi görünse de kendi içinde çok katmanlı bir yapı oluşturuyor diyebiliriz.
Köhne, taşraya uzaktan bakan bir roman değil; onun içinden çıkan edebi bir roman.
Bu anlatısal kurgunun yanı sıra ‘Köhne’yi güçlü kılan özelliklerden bir diğeri de yazarın edebi tavrıdır. Bir yandan anlatıcı, etkileyici doğa betimlemeleriyle metni zenginleştirirken diğer yandan Anadolu ağzını; Anadolu insanının kültürünü ve taşranın kimliğini yansıtan atasözleriyle, çeşitli yakıştırmaları, romanda hemen herkeste kullanılan lakaplarıyla, küfür ve argolarıyla bütüncül bir dil yaratmayı başarıyor.
Roman “Bahçeye akşamın gölgeleri inmişti. Gölgelerin içinden hafif bir rüzgar çıktı, çiçeklenmiş ağaçlar ürperdi.” , “… birbirine ulanmış tepelerin yumuşaklığında nennilenen çayırların bitmez tükenmez can sıkıntısına baktı…” gibi ifadelerle bir yandan okuyucuda derin bir edebi haz yaratırken diğer yandan “Kancık it yalanmazsa erkek it dolanmaz.”, Dur gavurun eniği dur!” gibi cümleler ya da “fışkı” “şikirsiz” gibi hakaret niteliği taşıyan sıfatların kullanılmasıyla anlatıyı gerçekçi bir düzleme taşımayı başarıyor. Bu gerçekçi düzlem taşranın dilini ve kültürünü yansıttığından okuyucunun da romanın içine girmesi için bir olanak yaratıyor diyebiliriz. Böylece ‘Köhne’, taşraya uzaktan bakan bir roman değil; onun içinden çıkan edebi bir roman olma nitelini kazanıyor.
Üç bölümden oluşan romanın birinci bölümü köydeki kadın-erkek ilişkileri üzerine kurgulanmış. Özellikle de kadınların Feramuz’la olan cinsel ilişkileri ön plana çıkıyor. Köyde bir bakkal dükkânı işleten Feramuz, dükkânın arka tarafında birçok kadınla birlikte oluyor. Bu kadınların kimi evli kimi de genç bekar kadınlardır ve hepsi de hemen hemen birbirinin yaşadığı ilişkiden haberdardır. Hatta Feramuz bu yaşadıklarını oldukça rahat bir şekilde başka insanlarla da paylaşır öyle ki romanın sonuna gelindiğinde karısının dahi bu yaşananlardan haberdar olduğu görülür. Ancak kimse bu yaşanılanlara tepki göstermez, kadınların bu denli aşağılanmasına ses çıkarmaz. Karısı ise kendi çaresizliğini yaşar. Ancak Feramuz ölüm döşeğindeyken yaşadığı bu acıyı dillendirebilir. Feramuz birçok kadınla ilişki yaşasa da Selver onun için özel bir yerde durur ve hasta yatağında yıllar sonra onunla karşılaşınca ilk ölümünü yaşar.
Romanın ilk bölümünde dikkat çeken başka bir hikâye ise Eşref’in tutmayan bacaklarına bir çare aranmasıdır. Bu çare Gök Halit’in ağzından dökülür. Bu derdin şifası Eşref’in bir tosbağa eti yemesidir. Şakir mevsimi olmamasına rağmen dağ bayır gezerek bir tosbağa bulup köye getirir ve ateşte pişirdikten sonra Eşref’e tosbağanın etini yedirirler. Roman boyunca ara ara tekrar edilen bu hikâye romanın sonlarına doğru nihayete kavuşur ve Eşref’in bu sayede iyileştiği görülür.
Ancak Şakir’in bulduğu bu tosbağa bir türlü kafasını kabuğundan dışarı çıkarmaz. Bir sürü yöntem denemelerine karşın yine de kabuğunun içinde kalır. Son çareyi onu ateşe atmakta bulurlar ve böylece başını ve bacaklarını kabuğunun dışına çıkarır. Ölümdür onu kabuğundan çıkaran şey.
Tosbağa nereye gitse kabuğunu da kendiyle götürür ve bu kabuktan dışarı çıkmaz. Tıpkı romanın ikinci bölümünde Ankara’ya göç eden köylülerde olduğu gibi. Onlar da gittikleri yerlere kabuklarını da götürüler. Bu kabuk, onların yaşantıları, yoksullukları, dünyaya, insana, kadına ve çocuklara bakış açılarıdır. Zaman geçer, mekanlar değişir ancak bu insanların zihniyetinde hiçbir değişim, dönüşüm olmaz. Tıpkı bir tosbağa gibi nereye gitseler kabuklarını kendileriyle birlikte taşırlar!
Romanda kabuğunu kıran, kırabilen tek figür Selver’dir. Selver, kocası Karabey’in ona ve çocuklarına uyguladığı şiddete, ettiği hakaretler ve suçlamalara karşı yıllarca sessiz kalmış ancak uzunca bir sürenin ardından buna artık boyun eğmeyerek kocasını evden kovmuştur. Selver’deki bu başkaldırısı bilinçli, sınıfsal bir mücadele olarak karşımıza çıkmaz. Selver, bu yaşadıklarını kader, yazgı olarak görmeyi bırakarak uzunca bir süredir maruz kaldığı şiddete son verir yalnızca.
Tosbağa, bu bağlamda insanların kendilerine inşa ettikleri hapishaneleri simgeler. Bu hapishaneler toplumsal normlarla çevrilidir. Kabullenilmişlik ve çaresizlikle örülüdür duvarları. İnsanlar bu duvarları yıkmakta zorlanırlar özellikle de kadınlar erkeklerin belirlediği yaşantıları yaşamaya mahkumdurlar adeta. Kimisi sevdiğine verilmez, kimisinin çocukları alınır elinden, kimisi gönlü birine kaydı diye kendinden yaşça büyük birine verilerek mutsuz bir evliliğe terkedilir. Kimisi günlerce gecelerce dayak yer kocasından, sokağa atılır. Kimisi de gelin gittiği evden babasının evine “atılır”. Kadınlar bunca şiddete rağmen bir türlü kabuklarını kıramazlar, tıpkı bir tosbağa gibi kabuklarının içine kendilerini hapsederler. Bir tek Selver kabuğunu geride bırakır tıpkı bir yılan gibi deri değiştirir adeta.
Yılan, romanda sıklıkla geçen bir diğer imge olarak karşımıza çıkar, yağmurun yağmasıyla ilişkilendirilir örneğin. Yılan çıkınca yağmur yağacağı inancı çocuklar tarafından dillendirilir. Ya da Kumru “Evin tosbağası da olur, yılanı da…” diyerek kendi evlerinin bir sakini olarak kabul eder yılanı. Bu örneklere bakıldığında yılanın bereketle ilişkilendirildiği söylenilebilir. Ancak gelinlerine işkence eden, onları aç bırakan Döndü’nün gece su içmeye kalktığında bir yılan yutması ve uzunca bir süre bu yılanın içinde yaşadığına inanması ve onu güç bela içinden atması yılanın sinsiliğine yapılan bir vurgu olarak karşımıza çıkar. Ayrıca annesini öldürme planları kuran Cevcet’in yılandan korkması da konulaştırılır romanda. Yılandan korktuğu için gözüne uyku girmez bir türlü. Burada her ne kadar yılan korkusu konu edilse de Cevcet’in asıl korktuğu kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi ve annesini öldürme arzusunun korkusu kadar derin ve sarsıcı oluşudur. Görüldüğü gibi yılan kimi zaman bir umudu simgelerken kimi zaman da korkunun somutlaşmış haline dönüşür.
‘Köhne’, hem anlattığı hikayeleriyle hem de bu hikayeleri anlatırken kurduğu imge dünyasıyla oldukça etkileyici; zihnin akışı gibi tasarlanan zamansal kurgusuyla dipdiri, canlı bir roman. Edebi diliyle okuru etkisi alına alan, hikâye kurgularıyla heyecanı ve gerilimi dorukta tutan elinizden bırakamayacağınız bir roman.