Türkiye'nin çok okunan yazarlarından Ayşe Kulin, yeni romanı '4 Gün 3 Gece'yle okuru geçmişe götürüyor, 1960 darbesini anlatan bir hikayeye konuk ediyor. Kulin, Everest Yayınları'ndan çıkan romanı yazarken "Gençlik yıllarıma döndüm" diyor.
Ayşe Kulin, Everest Yayınları tarafından yayımlanan ‘Dört Gün Üç Gece’yle her zamanki gibi okuru zaman yolculuğuna çıkarıyor, 27 Mayıs 1960 tarihine götürüyor.
Kulin romanlarında geçmişin bugüne etkilerini işlemesiyle bilinen bir yazar. Geçen yıl yayımlanan ‘Yarın Yok’ adlı distopik romanında rotasını geleceğe kıran yazar ‘Dört Gün Üç Gece’yle yeniden geçmişe dönüyor. Yazar tek mekânda kurguladığı ve dört gün üç gecelik bir zaman dilimini kapsayan romanında 1960 darbesini okurunu sıradan görünen ama içinde hiç de sıradan olaylar yaşanmayan bir apartman dairesine konuk ederek aktarıyor.
Ayşe Kulin dumanı üstünde tüten romanını okurlarına şu sözlerle anlattı: “Yeni romanımda okura kendi hayatımdan ve tarihten bir yaprak sunuyorum. Kendi hayatımdan diyorum şöyle: Kitap bir nümayiş günü başlıyor. Ben o yıllarda 17-18 yaşımdaydım. Yatılı okuyordum. Yürüyüşe çok coşkulu duygularla çıkmıştım. Baskıcı bir rejimin içindeydik, gençler olarak bunu protesto ediyorduk. Ben de günlerde başlayan ama darbeyle sonuçlanan bir olayı anlatıyorum romanımda. Yazma süreci benim için çok keyifliydi, gençlik yıllarıma döndüm.”
SEVDA
25 MAYIS 1960
Sevda, Balık Pazarı’ndaki alışverişini bitirip Taksim’e yaklaşırken duymaya başladığı uğultunun nedenini meydana vardığında, Anıt’ın çevresinde birikmiş kalabalığı görünce çözdü ama vitrininin kepengini telaşla indirmekte olan gözlükçüye yine de sorma ihtiyacını hissetti.
“Neler oluyor, Allah aşkına?”
Adam özetleyerek anlattı. Ellerinde bayraklar ve Atatürk’ün resimleriyle Anıt’ın önünde toplanan gençler şimdi de sloganlar atarak Taksim Parkı’nın önünden akıp Harbiye’ye yürüyormuş. İhtiyaten kapatıyormuş dükkânını. İş çığrından çıkmadan siz de hemen evinize dönün, bu yürüyüşler tekin değildir, diyerek uyarmayı da ihmal etmedi Sevda’yı.
Demek nisan sonlarında Ankara’da başlayan öğrenci nümayişleri İstanbul’a da sıçramıştı. Sevda, olacağı buydu, diye düşündü ve kocasının şu anda yurtdışında olmasına şükretti. İktidardaki partinin milletvekili olmasına rağmen partisiyle görüşleri giderek ayrışan Sedat iktisat komisyonunun başkanı olarak üstlendiği görevi yerine getirmek üzere yurtdışındaydı ve yarın hayırlısıyla, görevini başarıyla tamamlamış olarak yurda döndüğünde hemen istifasını verecekti. Söz vermişti karısına.
Kalabalığa bulaşmamaya çalışarak hızlı adımlarla meydanı geçen Sevda, yürüyüşü dağıtmaya gelen tankların gürültüsünü duyunca Taksim Parkı’na daldı. Gençler sözlerini OLUR MU BÖYLE OLUR MU, KARDEŞ KARDEŞİ VURUR MU/ KAHROLASI DİKTATÖRLER/ BU VATAN SİZE KALIR MI diye değiştirdikleri Plevne Marşı’nı bir ağızdan söyleyerek Harbiye’ye doğru ilerlerken güzel havadan istifade etmek için çocuklarını parka gezmeye çıkarmış annelerle emekli yaşlılar da gençlere bir ağızdan eşlik etmekteydiler. Farkına bile varmadan onlara katıldığı anda marşa sirenler ve polis düdükleri karıştı, Sevda sustu ve kimseler onu gördü mü gibisinden etrafına bakındı.
6-7 Eylül Olayları sırasında üniversiteler henüz açılmadığı için kocasıyla birlikte Ankara’ya dönmemişti, annesiyle babasının Taksim’deki evlerinde kalıyordu, yani o korkunç talanın tam da göbeğinde… O günden beri böyle toplumsal protestolardan ödü patlardı ama bu yürüyüşün o ayaklanmayla hiç ilgisi yoktu. Yürüyenler mağazaları yağmaya çıkmış ipini koparanlar değil, sadece kızlı oğlanlı öğrencilerdi; etrafa ve kimseye zarar vermeden, sözlerini değiştirdikleri türküyü tekrar ede ede yürüyorlardı ve aralarına katılanlar giderek çoğalıyordu…