Hürriyet’in Ankara bürosunun barından içeri girişini sepya bir fotoğraf gibi hala taşıyorum artık yaşlanmaya başlayan hafızamda…
Tarifi güç bir kadındı…
Salona kendisinden önce hakkında dinlediklerimiz giren bir siluet…
Yedi Kocalı Hürmüz müzikalinden hafızamıza kazınan, genizden gelen hafifmeşrep sesiyle koltuğa oturup kadehini eline aldığı zaman ne Ankara’nın siyaseti ne Demirel’ler Ecevit’ler Erbakanlar Türkeşler kalırdı…
Artık bütün gecemiz onundu…
Sadece onun “Tanrım” diye başlayan şarkısının ölünceye kadar içimizde kalacak nakaratı yankılanırdı o salonda…
Kimdir Ayten Hanım…
Bir türlü tarif edemediğimiz bir duygu…
Hayranlık…
Yetmez…
Arzu…
Yetmez…
Ulaşılamazlık…
Hayallerimizi aşan bir güzellik…
Ve bizde sadece küçücük iç gıcıklamaları bırakan bir cilve…
Hepimizin hayalet sevgilisiydi dün sabah kaybettiğimiz Ayten Gökçer…
Ama hiç ‘Ayten’ diyebileceğimiz bir samimiyet sınırına indirmediği çok zarif bir mesafe…
Hepimiz ancak o mesafeden sevebilirdik Ayten Hanım’ı…
Nasıl anlatabilirim onu şimdi…
Aşık olduğumuzu en kıskanç sevgiliye bile rahatlıkla anlatabildiğimiz bir güzellik…
Hayranlığımızı saklayamadığımız, hiç çekinmeden sevgilimize bile itiraf edebildiğimiz, Selim İleri romanından çıkıp gelmiş bir kadın portresi…
Anlatırken sevgilimizin gözlerinde bile en küçük kıskançlık kıvılcımı görmediğimiz Ayten Hanımdı o.
Sanki Tanrı tarafından hepimize bahşedilmiş bir joker sevgililik hakkımızdı bizim.
Çok hikaye dinlemiştik hakkında…
Hepsi özgür bir kadının hikayeleri…
Bazıları doğru…
Bazıları ise tamamen uydurma, yakıştırma, yapıştırma şeyler…
Hepsi de “Hayatın Şeyleri…”
Bizden önceki neslin erkeklerinin bir “Fahriye Ablası” vardı.
“İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla…”
Her mahallenin işte böyle bir Fahriye ablası vardı.
Bizim neslimizin ise bir Mrs Robinson’u vardı.
Hürriyet’in kapısından girer, salona oturur, hep beraberinde getirdiği neşesini, cıvıltısını Tinker Bell’in büyülü mutluluk tozu gibi üzerimize serperdi.
Bazen gözlerinden başka bir şey göremezdik.
Etrafında bir hayranlık halkası olarak oturur, geç saatlere kadar dinlerdik Ayten Hanımı…
Bizden 7-8 yaş büyüktü.
Yaşlarımız toy lise delikanlılarınınkinin epey üstünde olsa da The Graduate filminin kendinden büyük kadına aşık genç öğrencisi Benjamin Braddock heyecanını işte böyle bir gecikmeyle verirdi hepimize.
Anlardık, hayali bir Mrs Robinson’a aşık olmanın yaşı yoktur.
Sadece bize mi… Cumhuriyet’in Ankara’sında birkaç neslinin erkeklerine, hepimize yaşatmıştır o Benjamin olma duygusunu biraz…
Ulaşılmaz… Efsane bir Mrs Robinson’du Ayten Hanım…
Tansu’ya rahatlıkla anlatabildiğim bir hayranlıktı benimki…
Tıpkı Maria Callas gibi.
O güzel cıvıltının üstünde bir diva şalıyla gezerdi.
Shakespeare’ların, Tennessee Williams’ların, Çehov’ların, Cervantes’lerin, Dantelerin meltemlerinden oluşan bir sanatçı şalıydı o…
Güzelliğini, neşesini, cıvıltısını ulaşılmaz hale getiren ince bir tül perdeyle hiç kırmadan, üzmeden tutardı herkesi o hayranlık mesafesinde…
Her salonun, her masanın, her sahnenin kraliçesiydi.
Dokunamadığımız, sadece hayran olabildiğimiz şahane sanatçı…
Diyorum ya… Hepimizin Mrs Robinson’ıydı Ayten Hanım.…
Bugün aynı mezarlığa gömüleceği eşi büyük sanatçı Cüneyt Gökçer’le evliliği Tennessee Williams senaryosu haline gelebilecek bir sanattı…
Çok farklı bir “Bir Kadın Bir Erkek” hikayesiydi…
Ancak birlikte yaşayan bir erkek ve bir kadının yazabileceği özgür ve büyük senaryoydu…
Hepimizin, bir neslin Ayten Hanımıydı…
Yine de sadece bana ait olan tarafları da vardı.
1997’de Maria Callas’ı oynadığı Master Class’ı seyrederken hayatım boyunca en çok etkilendiğim iki büyük kadını aynı kişilik üzerinde görmek mest etmişti beni…
Sadece Maria Callas mı…
Taçsız Kral filminde İzmir çocukluğumun en büyük kahramanı Metin Oktay’la yan yana geldiğinde yine aynı duyguları yaşamıştım.
My Fair Lady’nin Eliza Doolittle’ını Audrey Hepburn’dan daha çok yakıştırmıştım ona.
Büyük rollerin kadınıydı.
Mançalı Don Kişot’un, Lysistrata’nın, Altıncı Henri’nin, On İkinci Gece’nin, Vanya Dayı’nın, Kiss Me Kate’in büyük divası…
Yedi Kocalı Hürmüz’ün meydan okuyan özgür kadını…
Bunların hepsiydi Ayten Hanım…
Ne diyordu Atilla Özdemiroğlu’nun bize kim bilir kaç şuh ve neşeli Ege, İstanbul, Ankara gecesi geçirten o şarkısında Hürmüz?
“Tanrım tek başına koyma kulların
Yalnızlığa ancak sen dayanırsın
Güzel çirkin deme sen kayır yine
Bir münasip koca (aşk) ver her birimize…”
Üç yetmez, beş ver…
Beş yetmez yedi ver diyordu…
Allahın şanslı kuluydu.
Güzelliği vermişti…
Sanatçılığı, hem de en büyüğünü vermişti.
Neşe, cilve ve mutluluğu da kıymetli bir ziynet eşyası, bir çift küpe gibi takmıştı güzel yüzüne, kulaklarına…
O yedi istedi…
Allah ona koskoca bir Ankara neslinin bütün erkeklerinin gizli açık hayranlığını verdi…
Güle güle Ayten Hanım…
Güle güle Ankaramızın en güzel komşusu…
Güle güle bizim en güzel Mrs Robinson’ımız…
Nur içinde yat Cüneyt Bey’in yanında…
22 Kasım 2024 - Ufuk Uras’a sordum: Devlet beye o soruyu sordun mu?
20 Kasım 2024 - Son anket: Türk halkı böyle bir Milli Eğitim Bakanı istemiyor
19 Kasım 2024 - Yılın son profil analizi: Hakan Fidan’a elini veren kaç parmağını kaybeder?
17 Kasım 2024 - İşte o ünlü adamın aynı anda idare ettiği altı kadının isimleri
16 Kasım 2024 - Dün Bebek’teki Thomas Mann teknesinde Hasan Cemal’in beni ağlatan 285’inci sayfası