Son dönemin çok satanlarından Japon yazar Osamu Dazai, 'Soytarı Çiçekleri' adlı kısa romanında bir yazarın yaratma sancıları üzerinden bireyin anlam arayışındaki çaresizliğini, hayata tutunma arzusunu, intihar ve ölüm düşüncesini ele alıyor.
Asıl adı Şuuci Tsuşima olan Osamu Dazai, Tsugaru Yarımadası’nın merkezi yakınlarında küçük bir kasaba olan Kanagi’de -1909 yılında- doğmuştu. Köklü ve zengin bir ailenin onuncu çocuğuydu. Küçük yaşta aile gelenekleriyle çatıştı, siyasi kariyer yapmak yerine edebiyatla ilgilenmeyi tercih etti.
İlk öyküleri çeşitli dergilerde yayımlanmaya başladığında 17 yaşındaydı. Tokyo Üniversitesi Fransız Edebiyatı Bölümü’ne kaydını yaptırdı. O sıralarda kısa öykü yazarı Ryunosuke Akutagawa’ya hayranlık duyuyordu ve onun etkisiyle Marksizmle tanıştı. Ardından illegal Komünist Parti’ye üye oldu. Kısa süre sonra tutuklandı. Ailesi serbest bırakılmasını sağlamakla birlikte Dazai’yi evlatlıktan reddetti. Bu dönemde yazarlık kariyerinde olumlu gelişmeler olmakla birlikte hayatını sürdürmekte zorlanıyordu. Okulu yarım bırakması, Ryunosuke Akutagawa’nın intiharından etkilenerek kalkıştığı başarısız intihar girişimi, akıl hastanesinde yatırılması, alkole bağlanması, verem hastalığı, bir geyşa ile evlendiği için ailesi tarafından ikinci kez evlatlıktan reddedilmesi birbirini takip edecekti.
Yakasını hiç bırakmayan alkol ve uyuşturucu sorunuyla, zihninden hiç çıkmayan intihar takıntısıyla yaşamayı sürdüren Dazai’nin edebiyat kariyeri bütün olumsuz koşullara rağmen yükselişe geçmişti. Savaştan hemen sonra Dazai popülerliğinin zirvesine ulaştı. 1947’de en tanınmış eseri ‘Batan Güneş’i yayımladı. Ancak sağlığı hızla kötüye gidiyordu. ‘İnsanlığımı Yitiriken’ ismiyle çevrilen yarı-otobiyografik romanını zorlukla tamamlayabildi. Bu romanında hayatının seyrini değiştirme imkansızlığının umutsuzluğu ile kendi kendisini yok etme yolunda ilerleyen bir adamın hikayesini, duygusallıktan uzak ve çok gerçekçi ayrıntılarla anlatan Dazai, bir ay sonra karısı ile birlikte son kez -toplamda beş kez- intiharı deneyecek ve bu kez ‘başaracaktı’…
Dazai, 1935 yılında kaleme aldığı ‘Soytarı Çiçekleri’nde intihara -aslında kendisinin üçüncü intihar girişimine- dair bir hikaye anlatmış. Daha giriş cümlesinden karanlık bir hikayeye adım attığımızı anlıyoruz:
“Mutsuzluklar Şehri’ne hoş geldiniz.”
Hemen arkasından roman kahramanı çıkıyor sahneye: “Yozo Oba yatağına oturmuş denizi seyrediyordu. Deniz, yağmur yüzünden âdeta sise bürünmüştü.”
20’li yaşlardaki, güzel sanatlar öğrencisi Yozo Oba, bir roman kahramanı olmakla birlikte, aynı zamanda sıklıkla araya giren, edebiyat -ve hayat- hakkındaki düşüncelerini dile getiren, yaratma sancıları çeken yazar karakterin yazdığı romanının da kahramanı. Kısacası iç içe geçmiş iki roman ve iki roman kahramanı var.
Anlatıcının üzerinde çalıştığı roman 1929 yılı aralık ayının sonlarında, tüberküloz hastalarının kaldığı bir sahil sanatoryumunda, dört günlük bir zaman diliminde geçiyor. Yozo’nun burada yatmasının nedeni bir barda garsonluk yapan sevgilisi Sono ile birlikte intihara teşebbüs etmesi. İki genç denize atlamış, bu girişimden Yozo kurtulmuş Sono ise hayatını kaybetmiş. Şimdi Yozo Oba, yattığı yerden hem bu eylemin hem de kısacık ömrünün, anlatıcı ile kurduğu cümlelerin, kullandığı tekniğin ve edebiyatın ne anlama geldiğinin muhasebesini yapıyor – ironik bir üslupla:
“Aslında benim, bu kitabın her bir sahnesi arasında sürekli başımı uzatıp söylenmeye muhtaç olmayan laflar sıralamamın ardında bir art niyet var. Okurlara çaktırmadan eserin içinde gizli, özel bir nüans olsun istedim. Kendimi beğenmişçesine, Japonya’da ilk defa böylesine, Batı’yı aratmayan bir eser kaleme alınıyor dedim. Buna rağmen başarısız oldum. Ama hayır, bu yenilgi itirafı bile bu kitabın tasarısı dâhilinde sayılabilir. İmkân olsa bunları size anlatmak için biraz daha beklerdim. Ama hayır, bu kelimeleri baştan hazırlamıştım ben sanki. Ah, inanmayın bana artık. Dediğim tek bir şeye bile inanmayın.”
Sayfalar ilerledikçe hikayeye yeni karakterler katılıp Yozo Oba’nın hayat hikayesi yavaş yavaş tamamlanırken anlatıcı ile kahramanı arasındaki -duygu ve düşünceler anlamında- benzerlikleri, ikisinin de dünyanın yükünü taşımakta zorluk çeken insanlar olduğunu fark edeceğiz. Bir adım daha attığımızda, bu iki benlik bir araya gelecek ve Osamu Dozai’nin kendisi çıkacak karşımıza.
‘İnsanlığımı Yitirirken’i okuyanlar, o romanın kahramanının da Yozo Oba olduğunu ve başarısız intihar girişimini hatırlamışlardır. Anlaşılan o ki Osamu Dazai, kısa romanı ‘Soytarı Çiçekleri’nde başladığı hikayeyi ölümünden önceki son romanında tamamına erdirmek istemiş – ancak tekrara düşmeden. Zira gerek anlatım teknikleri gerek hikayeleri birbirinden çok farklı.
Buna karşılık Dazai’nin kahramanlarının kişilik yapıları hemen her romanda aynıdır. İster ‘Portakal Çiçekleri’nin ve ‘İnsanlığımı Yitirirken’in Yozo’su, isterse ‘Buruk Ayrılık’ın Zo’su olsun, Dazai’nin kahraman tipi fırlatıldığı dünyada kendisini gerçekleştirmek, bir farklılık yaratmak isteyen ama bunu gerçekleştirmekte, yolunu çizmekte zorlanan entelektüel bir kişiliğe sahiptir. Farklılığının, garipliğinin farkındadır. İç hesaplaşması, kendisini sorgulaması acımasızdır. Kendisini insan türünden uzak hisseder ve üzülür. Ama onun bir insan olduğunun kanıtı tam da insanlık türünün uzağında kalmışlığıdır. Çünkü yaşadığı çağın zihniyet dünyası, baskıcı ve tektipleştirici atmosferi insan olmanın koşullarını ortadan kaldırmış, bireyi kendi özüne yabancılaştırmıştır. Neredeyse metafizik bir yabancılaşmadır bu. Osamu Dazai’nin “Ben”i işte bu yabancılaşmada saklıdır.
Dezai’nin yalnızlık, yabancılık, bunalım gibi temalara ağırlık vermesi çağdaşı Avrupalı yazarlarla, hatta varoluşçu düşünceyle ilginç benzerlikler gösterir. Bu yaklaşım aynı zamanda Japon edebiyatının ‘I-Novel’ ya da ‘Ben-Roman’ akımının karakteristiğidir. Başlangıcı 1906, 1907 yıllarında yazılan Shimazaki Toson’un ‘Hakai’ ve Tayama Katai’nin ‘Futon’ romanlarına kadar uzanmakla birlikte akımın en önemli yazarları Osamu Dazai ve çağdaşlarıdır.
‘Ben Roman’, anlatılan olayların yazarın hayatındaki olaylara dayandığı bir tür ‘itiraf’ edebiyatıdır ama elbette biyografinin dolaysızca hikaye edilmesi anlamına gelmez. Bunun en güzel örneği Dazai’nin romanlarında görülebilir – mesela ‘Soytarı Çiçekleri’nde.
Benliğini yazar ve kahramanı olarak ikiye bölerek Dazai, kendi hikayesini başkalarının hikayesine dönüştürmeyi bilmiştir. Ne var ki içe bakışı keskindir ve kendi içindeki karanlık yanları hatta edebiyatındaki sorunları alaycı bir dille sergilemekten kaçınmaz.
Dazai, romanının ‘hayatım roman’ klişesine dönüşmesini engellemek için anlatı tekniklerini kullanır. ‘Soytarı Çiçekleri’nin romana sıklıkla müdahale eden geveze ve güvenilmez anlatıcısı kurgusallığa vurgu yapmak içindir. Hatta anlatıcının ironik dilinin ve yazmadaki beceriksizliğinin otobiyografik kurgunun karmaşık ve gülünç doğasını ortaya çıkartmak için bilhassa seçildiği bile söylenebilir. Bu alaycı tarzın hikayenin kasvetli ve umutsuz havasını dağıttığını da ekleyebiliriz.
Osamu Dazai’nin roman ve hikayeleri Türkçeye -farklı yayınevleri tarafından- sıklıkla çevriliyor. Hatta kızı Yuko Tsushima’nın ‘Köpeklere ve Duvarlara Dair’ isimli hikaye kitabı da geçtiğimiz günlerde Türkçeye kazandırıldı. Dazai’nin ilgi görmesi sevindirici, zira gerçekten de hem cüretkar, hem de iyi bir yazar. Başta başyapıtları sayılan ‘Buruk Ayrılık’, ‘Batan Güneş’ ve ‘İnsanlığımı Yitirirken’ olmak üzere birçok romanını okuma fırsatı bulmuştum. Hemen hepsinde intihar, ölüm, hayatın anlamsızlığı gibi temaları öne çıkaran Osamu Dazai, hikayelerini kendi hayat deneyiminden, bazen – ‘Soytarı Çiçekleri’nde yaptığı gibi- kendi intihar girişimlerinden çıkarıyordu. Bu onun ölüm ve intiharla hesaplaşma biçimiydi.
Saplantı haline gelen bu düşüncelerden sıyrılmak için olmalı, Dazai’nin romanlarında intiharın komik, utanç verici ve grotesk yönlerine, kendini öldürme ihtimalinin anlamsız, kasvetli ve hayatın kendisi kadar saçma olduğuna yapılan vurgu öne çıkar. Ne yazık ki bu çabası intiharının ve ölümünün önüne geçememiştir. Müdahale edemediği toplumsal, siyasal ve edebi hayatın verdiği bunaltıcı mutsuzluğu ile aslında böyle bir sonun kaçınılmazlığının daha baştan farkındadır. ‘Soytarı Çiçekleri’nde sanat ve edebiyatı tartışırken ifade ettiği burukluk edebiyat yoluyla dünyayı değiştirememekten duyduğu düş kırıklığını yansıtır. Aslında edebiyata gerçekten değer veren herkesin yaşadığı düş kırıklığını…
“Tablolar birer posterden fazlası değildir (…) Sanat, bütünüyle sosyoekonomik düzenin bağırsaklarından çıkan bir osuruktur. Kapitalist düzende bir gelir kaynağıdır yalnızca. En büyük şaheser bile bir çift çoraptan farksız bir üründür (…) Bizler zırva hayatlar yaşıyoruz. Gerçeklik altında böylesine ezilmiş adamların güçbela gösterdiği tahammül bu kadar oluyor anca. Eğer bunu idrak etmeyi başaramaz-san, senle ben ebediyen birbirimize yabancı kalırız. Madem zırva, iyisinden zırva olsun. Gerçek bir hayat… Ah, uzak bir hayal anca.”