Ülkeler arasındaki mevcut ilişkiler, bunun geleceğe evrilmesi hiçbir zaman daha önce yaşanmış tarihi gerçeklerden soyutlanamaz, hatta önemli ölçüde onlar tarafından şekillendirilir hiç beklenmedik başka köklü dönüşümler yaşanmazsa.
Ne yazık ki, günümüzün gençleri, liderleri ve toplumları tarihi yeterince iyi bilmediklerinden, rehber edinmediklerinden dostluk ve işbirliği yerine husumet ve çatışma kültürünün hızla büyümesine, insanların birbirinden uzaklaşmasına, kolaylıkla açılacak diyalog kanallarının tıkanmasına tanık oluyoruz birçok alanda.
Uzunca bir süredir yakından izlediğim filantropist işadamı Oğuz Aydemir Hırvatistan’ı en iyi tanıyan, çok sevdiği bu ülke ile aramızdaki çok boyutlu ilişkilere en fazla katkı sağlayan, gelecek perspektifi sunan, “keşke klonlanarak çoğaltılsa” denecek bir insan.
Osmanlı’nın Hırvatistan’daki tarihi mirası üzerine hazırlattığı kitabın yanı sıra iki ülkenin siyasi, iş dünyası, sanat ve kültür insanlarını da her vesileyle bir araya getiriyor. En son çalışması Osmanlı-Hırvat ilişkilerinde önemli rol oynamış (daha sonradan Habsburg’lar tarafından infaz edilen) Zrinski ve Frankopan soylu Hırvat ailelerinin hikayesini anlatıyor.
Aydemir’in sempatik ve güzel eşi Hırvat asıllı. Dragana Lucija Ratković Aydemir sanat tarihçisi, tanıtım ve kültür mirası uzmanı. O da aynı kararlılık ve yaratıcılıkla katkı sağlıyor Türk-Hırvat ilişkilerine. Harika bir çift.
Ben Dışişleri Bakanı olsam bir saniye bile düşünmeden “doğru yere doğru adam” yaklaşımı çerçevesinde Oğuz Aydemir’i Zagreb’e büyükelçi ya da özel temsilci atardım.
Günümüzün genç kuşağı ilişkilerin 1991’de Türkiye’nin bağımsız Hırvatistan’ı tanımasıyla başladığını düşünebilir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu ile Hırvatistan arasındaki ilişkiler çok daha uzun, 500 yılı aşkın bir geçmişe sahip.
Tarihi arka planı daha iyi anlamak, günümüzün fırsatlarını yakalamak, mevcut zorlukların üstesinden gelmek ve de geleceğin rotasını doğru bir şekilde belirlemek için çok önemli.
Osmanlılar ilk defa 14. yüzyılın sonlarından itibaren Balkanlar’a yayılmaya başladı, Hırvat topraklarına da girdiler. O zamanlar Macaristan Krallığı ile müttefik olan Hırvatistan Krallığı Osmanlı genişlemesine direniyordu.
Osmanlı imparatorluğu, 1521’den itibaren şiddeti giderek artan seferleriyle Hırvatistan’ın büyük bölümünü, Slovenya, Batı Bosna ve Lika’yı egemenliği altına aldı. Habsburg Monarşisi Türk akınlarına karşı İç Avusturya Bölgeleri’nin güvenliğini sağlamak için Osmanlı İmparatorluğu ile olan sınır bölgesinde, Adriyatik Denizi’nden Karpatlara kadar uzanan geniş coğrafyada bir takım askeri -idari bölgeler oluşturdu. Hırvat Askeri Sınır Bölgesi bu mozaiğin çekirdeği ve en batısındaki parçasıydı.
1526’daki Mohaç Savaşı Macaristan üzerinde kesin bir Osmanlı zaferiyle sonuçlanınca Hırvat toprakları Osmanlı etkisi altına alındı. Yeni bir Macaristan seferine çıkan Kanuni Sultan Süleyman stratejik önemi haiz Zigetvar’in ele geçirilmesinden bir gün önce, 7 Eylül 1566 tarihinde 71 yaşında hayatını kaybetti, yerine oğlu II. Selim geçti.
İzleyen dönemde bazı bölgeler Osmanlı kontrolü altında kalırken diğerleri zamanla Habsburg İmparatorluğu’nun yönetimine geçti, sınır kaleleri sürekli el değiştirdi. Osmanlı varlığı bu ülkede hiçbir zaman tam olarak kurulamadı.
OECD göreviyle gittiğim dönemde o zamanki Dubrovnik Belediye Başkanı’nın bana Osmanlılara tarih boyunca vergi ödendiğini, hediyeler gönderildiğini ancak Osmanlı askerinin bu güzel liman kentine ayak basmadığını gururla anlattığını hatırlıyorum.
16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı ve Habsburg İmparatorlukları arasındaki sınır bölgeleri sürekli çatışma ve savaş alanıydı. Hırvatistan bu iki büyük imparatorluk arasında tampon askeri sinir bölgesi olarak stratejik öneme sahipti. Hırvat askerler Habsburg ordularının saflarında Osmanlılara karşı birçok savaşa katıldı. Bu savaşlar elbette Hırvatistan’ın demografik, sosyal ve ekonomik yapısını derinden etkiledi, bu bugün bile hissediliyor.
Her Hırvatistan ziyaretimde Osmanlı döneminden günümüze kadar gelen değerli kültürel miras ve etkilerini farklı bölgelerde görmek beni gerçekten heyecanlandırıyor. Ancak 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki etkisi azalmaya başladığında Babıali çeşitli reform hareketleri ve modernizasyon çabalarıyla bütünlüğünü korumaya çalışırken Hırvatistan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçası olarak kaldı.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşüyle Hırvatistan yeni kurulan Yugoslavya Krallığı’na katıldı. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulan modern Türkiye Yugoslavya ile diplomatik ve ekonomik ilişkiler geliştirmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya, Hırvatistan da dahil olmak üzere sosyalist bir federasyon olarak yeniden yapılandırıldığında ilişkiler sürdürüldü.
Ancak bu dönemde Türkiye Batı Bloku’nun bir parçası olarak NATO’ya katıldığı, Yugoslavya ise Bağlantısızlar Hareketi’nde önemli bir rol üstlendiği için iki ülke farklı siyasi bloklarda yer aldı; buna rağmen Balkanlar’daki istikrar ve refaha odaklanarak ikili ilişkilerini her zaman geliştirmeyi başardılar.
1991’de Yugoslavya’nın dağılmasının ardından Türkiye Hırvatistan’ı tanıyan ilk ülkeler arasında yer aldı. Diplomatik ve ekonomik ilişkiler hızla gelişti, Yugoslavya içsavaşı sırasında Türkiye Hırvatistan’a insanı yardım sağladı, barış çabalarını destekledi.
Özellikle trajik katliamların yaşandığı, yüz binlerce sivilin hayatını kaybettiği 1992-1995 yılları arasındaki Bosna savaşı boyunca Hırvatistan, önce Hırvatların çoğunlukta olduğu bölgeleri kontrol altına almaya çalıştı, daha sonra Bosna-Hersek’teki Boşnak-Hırvat koalisyonunu destekledi.
21 Kasım 1995’de kabul edilen Dayton antlaşması savaşı sona erdirdi ama adeta yönetilemeyen bir anayasal sistem yarattı Bosna’da. Hem Ankara hem de Zagreb Dayton Barış Anlaşması’nın o zaman için iyi olduğunu, ancak şimdi değişen koşulları yansıtacak şekilde revize edilmesi gerektiğini savunuyor.
Her iki ülke de Avrupa Konseyi, NATO, OECD, AGİT, Dünya Ticaret Örgütü ve Akdeniz için Birlik gibi örgütlerin üyesi. Hırvatistan 2013’ten itibaren AB üyesi oldu, Türkiye’nin AB tam üyeliğini destekliyor, ancak bunun yakın gelecekte gerçekleşmesinin mümkün olmadığını iki taraf da görüyor.
Türkiye ve Hırvatistan arasındaki ticaret hacmi 2017’de 531 milyon dolardan 2022’de 1.3 milyar dolara yükseldi. Bunun 702 milyon doları Türkiye’nin, 332 milyon doları ise Hırvatistan’ın ihracatı. İki ülke liderleri ticareti beş milyar dolara çıkarmak konusunda anlaştı, ama bunun pek kolay olmadığı aşikar.
Ortak turizm girişimleri düşünülebilir. Halihazırda Türkiye’yi ziyaret eden Hırvat turist sayısı 62 bin civarında. Asıl turizm hareketi her yıl dünyanın dört bir köşesinden 20 milyon turist çeken Hırvatistan’a yönelik.
Firmalarımız enerji, inşaat, altyapı, turizm ve bankacılık başta olmak üzere çeşitli sektörlerde stratejik işlere imza atıyor. Avrupa Birliği fonlarının sağlayacağı ivme ile enerji, altyapı ve dijitalleşme yatırımları, tarım, hayvancılık ve sulama projeleri de harekete geçirilebilir.
Verimli toprakları, gelişmiş ulaşım altyapısı, zengin yenilenebilir enerji kaynakları ve yetişmiş iş gücü olan Hırvatistan’ın Avrupa pazarlarına yakınlık gibi ilave avantajlara sahip olduğunu da dikkate almak lazım.
Aramızdaki mevcut ilişkiler manzumesini daha da ileriye taşımayı düşünürken Zrinski ve Frankopans ailelerinin Osmanlı ile bağlarını da bir köşeye not etmek, hatırlamak gerekiyor diye düşündüm Oğuz Aydemir ve İgor Rapaic’in “Zrinski & Frankopans and the Ottoman Empire” çalışmasının taslağını keyifle okurken.
Geçmişte savaşmış bile olsak ortaklaşa paylaşılan tarih bizi bugüne bağlıyor, geleceğimizi şekillendiriyor şayet ilişkiler doğru kanalize edilebilir, genç nesillerin tarih bilinci bugünün yaratıcılığı ve fırsatları yakalama becerisiyle güçlendirilebilirse.
22 Aralık 2024 - Konforun tuzakları, hayatın gerçek ritmi ve tavsiyeler
18 Aralık 2024 - Yeni Suriye politikası: Stratejik bir vizyon
15 Aralık 2024 - Cebelitarık’ın Afrika kıyısında: Fas’ın zenginliği, çelişkileri ve çekiciliği
13 Aralık 2024 - Suriye’de Erdoğan’ın hakkı Erdoğan’a, ama zor sorular yanıt bekliyor
9 Aralık 2024 - Avrupa Birliği’nin enerji krizi sanayileşmeyi de çökertti