Kamil Erdem, ilk öykü kitabını 61'inde yayımladı. Çok beğenildi; Haldun Taner, Sait Faik gibi prestijli ödüller kazandı. Yeni kitabı 'O Sonbahar, O Kış'ta yer alan hayata tutunmaya çalıştıkça dibe itilenlerin öyküleri onun iddiasız diliyle örtüşüyor.
Sadece bir romanı okurken değil bir şiir ve öykü kitabını okurken de gözüm kılavuz bazı cümleler arar. Bilirim ki kitap boyunca yazarın peşine düştüğü şeyler oradadır. Sadece içerik bakımından değil, sentaksından iç mantığına değin pek çok kökler taşır o parçacıklar. Bilirim her okuma, doğası gereği biraz indirgemeye bağlıdır. Eser bize doğru şavkırken biz de ona yansırız. Öykü bu etkinliği en net yerine getiren tür olmalı. Kamil Erdem’in başından geri huy edindiği sakinliğin arkasındaki gerilimi yakalamak için ayrıca gerekli bir tutum sanırım böylesi. ‘Şaşmayı unutmuş ülke’ metaforunu yakalamışken ‘O Sonbahar, O Kış’ta insanın hayret makamından sökülüp atılmasını da düşünüyordum.
“Ben bir zamanlar kesinliğe de inanırdım, örneğin bir eve, bir kediye, bir babaya ya da ne bileyim bir babanın bir anneye küsüp, hafif yan oturarak koltuğunda, konsolun çekmecesinden getirdiği fotoğraflara dalmışken, nasılsa orada kalmış bir lise edebiyat kitabını açıp bir sayfadan bana okuduğu bin atlının akınlarda çocuklar gibi şen olmasına. Atlı. Akın. Şen. Çocuk ve cahil ve saf.”
Belki de böylece yazar kitabının ruhunu böylesi bir buhar fanusunun içine almanın ustalığını sergiliyordur fakat onca emekten sonra alın terini alnıyla sildikten sonra kısık gözlerle ufka bakmanın biricik tadı değildir yaşanan. ‘Çay’ simgesi etrafında -hem akış, hem renk (kan), hem dert- ‘bu şaşmayı unutmuş ülkede.
Çünkü hayretten düşenler sevgi ve merhametten koptukları için şiddet sarmalına kapılırlar. Umutlar, idealler çiğnenir. Yoksulluk dayatılır. Ölüm, ölünün kemikleri bir torbaya, ağzı bağlanmış bir torbaya tıkıştırılır.
‘O Sonbahar, O Kış’ vaktiyle davaya inanıp da aradığını bulamayanları da anlatır. ‘Meclis üyesi olma’ aşkına toprağın ve mülkiyetin hayreti de alenileşmiş, kötünün dişi iri bir üzüm tanesini ezer gibi iştahla yutmuştur davaya adamanları. Alt sınıflar, hayata tutunmaya çalıştıkça dibe itilenler can verirler öykülere. Kamil Erdem’in iddiasız diliyle onların yalın hayatları örtüşür.
“Sanki görünmeyen bir yerde burgular vardır ve döner.” Burgular döndükçe zayıflar içine çekilir. Gözle, sözle yaralanır burgunun çektiği insanlar. Onlar şimdinin ötekisidirler, dün olduğu gibi. “Şimdiyse bir mucizenin olmayacağına dair mutabakat varmış” diye de düşünen kahramanları, otobiyografik öge izlenimleri taşıyan ‘Görüşme’ ve ‘Çağrı’ öyküleriyle beraber, asıl yaşatıcı değere, yazıya, edebiyata akarlar. Belki de şaşmayı unutmamak için tek çıkış hep edebiyattadır. Arada baş uzatan entelektüellerin dünyası da kopuk değildir genel yapıdan.
‘O Sonbahar, O Kış’ hüzünle sertliği, fakat devamında bahar dürtüsünü de taşıyan bir kitap gibi geldi bana. Ayrıca sözün bir vesileyle şiire çıkmasına da sevindim.