İktidar ve Teknoloji: Teknolojik ilerleme refah getirdi mi, Acemoğlu ve Johnson hatalı mı?

28 Temmuz 2024
Bu haber 3 ay önce yayınlandı

Daron Acemoğlu ve Simon Johnson'ın 'İktidar ve Teknoloji - Bin Yıllık Mücadele' kitabından yola çıkan Murat Ülker soruyor: Yazarların önerdiği gibi teknolojideki kötü ilerlemeye belli müdahaleler yapılırsa devletin nerede duracağını kim belirleyecek?

MURAT ÜLKER

Bugün bir kitaptan yola çıkarak teknolojinin yarattığı ve yaratacağı değişimlere yönelik görüşlerimi paylaşacağım. İlginç bulacaksınız. Kitabın adı ‘İktidar ve Teknoloji – Bin Yıllık Mücadele’ (Doğan Kitap), yazarları Daron Acemoğlu ve Simon Johnson. Çok yeni yayınlanmış, 2023’ün son ayında.

Daron Acemoğlu, Boğaziçi Üniversitesi’nde yetişmiş, şu anda MIT’de en yüksek fahri unvan olan enstitü profesörlüğü sahibi. 25 yıldır refahın ve yoksulluğun tarihsel kökenleri, yeni teknolojilerin ekonomik büyüme, istihdam ve eşitsizlik üzerindeki etkileri konularını araştırıyor. ‘Ulusların Düşüşü’, ‘Dar Koridor’ adlı kitapları Türkçe yayımlandı.

Simon Jonhson ise yine MIT Sloan School’da Ronald A. Kurtz girişimcilik profesörü. IMF’de baş ekonomistlik yapmış olan Johnson, 30 yıldır dünya ekonomik krizleri ve iyileşmeleri üzerine çalışıyor. ‘Jump-Starting America’, ‘White House Burning’ ve 13 ‘Bankers’ isimli kitapların yazarı.

Tarih boyunca teknoloji ve ilerleme el ele yürüyen iki kavram olarak değerlendirilmiş. Teknoloji çoğu zaman gücü elinde bulunduranlar tarafından yönlendirilmiş, ancak bu her zaman toplum yararına mı olmuştur? Bugün tüm dünyada son teknolojik gelişmeler küçük bir sermaye grubunun kontrolündeyken, iktidar ile teknoloji ilişkisini yeniden mi düşünmek gerek?

Teknoloji demokratikleşme aracı olabilir mi?

Daron Acemoğlu ve Simon Johnson bu ilişkiyi tarihsel süreçte ele alıp teknolojiye gözetim değil, demokratikleşme aracı olarak yeniden yön verilmesi gerektiğini savunuyorlar. Ekonomi ve tarihten süzdükleri oldukça uzun ama kapsamlı bir öykü ile yeni bir vizyona sahipler.

Teknolojideki ilerlemeler sayesinde sürekli daha güzel bir dünyaya doğru yol alıyoruz. Ama tabii ki, hala eşitsizlik, hava kirliliği, radikalizm gibi birçok sorunumuz var ama bunlar daha güzel bir dünyanın doğum sancıları mı? Tekno-iyimserlik bütün dünyaya bulaşmış durumda. İnovasyonlar sürekli devam etmeli, kusurları zaman içinde giderilir şeklinde bir düşünce hakim. Bu düşünce tarzı yeni de değil.

Günümüzde ‘faydacılık’ (utilitarizm) felsefesinin kurucusu olarak bilinen Jeremy Bentham’ın 1791’de önerdiği panoptikon hapishane tasarımı daire şeklinde bir binanın merkezindeki kuledeki muhafızların doğru ışıklandırma ile mahkumlarda sürekli gözlendikleri izlenimi sonucunda daha itaatkar davranışları toplumun genel çıkarına idi. Bu sistemde olduğu gibi fabrikalarda da gözetim artınca işçiler daha sıkı çalışacaktı, hem de onları daha sıkı çalışmaya motive etmek için ücretlerini artırmaya gerek olmaksızın.

Ama öyle de olmadı; teknolojik icatların pek azı refahta paylaşımı artırdı

Bentham ve Adam Smith, yeni teknolojilerin insanların yeteneklerini artıracağını, tüm ekonomiye uygulanmasının üretkenliği ve verimliliği de artıracağını söylüyordu. Hatta Smith’e göre daha iyi makinalar, daha büyük ustalık, daha doğru iş bölümü sonucunda herhangi bir işi yerine getirmek için çok daha az miktarda emek yeterli hale gelir, toplumun yaşam koşulları gelişir ve emeğin gerçek fiyatının hatırı sayılır biçimde yükselmesi beklenir. Ama öyle de olmadı. Teknolojik icatların pek azı refahta paylaşımı artırdı. Mesela:

  • Orta çağ ve erken modern çağ tarım teknolojik gelişmeleri (sabanlar, gelişmiş değirmenler) yoksul köylüye fayda sağlamadı.
  • Avrupa gemi tasarımı okyanus ötesi ticareti mümkün kılarken, köleleri taşıdı.
  • İngiliz Sanayi Devrimi’nin erken dönemlerinde tekstil fabrikaları küçük bir azınlık için büyük bir servet yarattıysa da işçi gelirlerinde yüzyıl boyunca artış olmadı, yaşam koşulları kötüleşti, iş saatleri uzadı.
  • Pamuk çırçır makinesi icadı ABD’yi dünyanın en büyük pamuk ihracatçısı yaptı, fakat köleliği şiddetlendirdi.
  • 19. yüzyıl sonunda geliştirilen yapay gübre tarımda verimi artırdı, fakat aynı yöntemle üretilen kimyasal silahlarla 1. Dünya Savaşı’nda yüzbinler öldü.
  • Bilgisayar teknolojilerinde son yarım asırdır yaşanan gelişmeler küçük bir grup girişimci ve yatırımcıyı zengin etti fakat üniversite eğitimi almamışları geride bıraktı, reel gelirler düştü.

Sonuçta tüm bunlara rağmen atalarımızdan daha iyi koşullarda, sağlıklı, uzun, konforlu yaşamamızın temelinde bilimsel ve teknolojik gelişmeler var. Ancak tabana yayılan refah teknolojik gelişimin kendiliğinden veya kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmadı. Refah paylaşımı ancak teknolojik gelişmelerin yönünün ve toplumun ortaya çıkan kazanımları paylaşma biçiminin dar bir elit kesime hizmet eden düzenlemelerden uzak tutulabildiğinde ortaya çıktı.

Eğer insanlık iki dünya harbini unutmazsa

Sanayi Devrimi ile başlayan ilerleme bugün yapay zeka devrimi ile doludizgin devam ediyor. Peki sadece teknolojik evrim refah getirdi mi? Zenginleşen toplumlar mutlu mu? Son üç yüzyılda dünyamızı değiştiren keşif ve icatların getirdiği teknolojik yenilikler sadece günlük hayatımızı değiştirmekle kalmayıp toplumu iş, sosyal ve idari yönden derinden etkiledi. Eğer insanlık unutmazsa son iki dünya harbi gerek kayıpları gerekse öğretileri ile muazzam bir tecrübe barındırıyor. Ama “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” sözü mucibince büyük bir olasılıkla insanlık bundan edindiği dersi unutmuş görünüyor.

Bakalım ne olacak derken size “Mevlam neylerse hayr eyler” sözünü hatırlatarak teselli vermek isterim.

Sanayi Devrimi’nden sonra ne oldu?

19. yüzyıl İngiltere’sinde siyasi seçim sisteminin değişmesi, işçi haklarını koruyan yasaların yürürlüğe girmesi ve işçi sendikalarının ortaya çıkmasıyla birlikte, ücretlerin belirlenme ve üretimin organize edilme şekli değişti. ABD’den gelen yeni inovasyon dalgası da teknolojiye yeni bir yön verdi. Teknolojinin odağında artık sırf işçilerin yaptığı işleri makinalara devretmek veya işçileri daha iyi gözetleyebilmek değil, işçilerin verimliliğini artırmak vardı. Sonraki yüzyıl boyunca bu durum önce Batı Avrupa’ya sonra tüm dünyaya yayıldı. Bugün atalarımızdan daha iyi koşullarda yaşama sebebimiz erken sanayi toplumundaki işçilerin örgütlenmesi, elitlerin teknolojiyi ve çalışma koşullarına tek başlarına belirlemelerine karşı çıkmaları ve teknolojik kazanımların daha eşit paylaşılmasında diretmeleridir.

1960 yılında sanayileşmiş ülkelerde verimlilik önceki on yıllara göre patlama yapmıştı. Artık Amerikalı, Alman ve Japon bir çalışan başına 20 yıl öncesine göre ortalamada çok daha fazla üretim yapılıyordu. Otomobil, buzdolabı, mikrodalga, TV, telefon gibi ürünlerin fiyatı ortalama tüketicinin alım gücü içindeydi. Antibiyotikler tüberküloz, zatürre gibi hastalıklara boyun eğdiriyordu. Ancak teknoloji doğaya zarar veriyordu. Nükleer savaş tehdidi de buna eklendi. Ama umutluyduk.

‘Teknolojik işsizlik’ endişesi

İlk olarak 1930’da Keynes’in adını koyduğu ‘teknolojik işsizlik’ endişesi ortaya çıktı. Keynes’e göre yeni üretim yöntemleri insan emeğine olan ihtiyacı azaltabilir, bu da kitlesel işsizliğe yol açabilirdi. Modern ekonominin kurucuları arasında yer alan David Ricardo da bu fikirdeydi. Fakat etkili olamadıkları gibi 1980’lerde kişisel bilgisayar ve dijital araçların hızla yayılmaya başlamasıyla iyimserlik daha da arttı. Steve Jobs 2007’de “Dünü dert etmektense gelin yarını icat edelim” diyerek dönemin ruhunu yansıtıyordu.

Modern dünyada

Ancak 1980 sonrasında bunun tersi gerçekleşti. 1960’larda 25-54 yaş aralığındaki Amerikalı erkeklerin %6’sı işgücü piyasası dışında iken, bugün bu oran %12’dir. Bunun temel nedeni üniversite diploması olmayanların iyi maaşlı iş bulamamasıdır. Keza, 2. Dünya Savaşı’nı takiben ekonomik büyüme ile çalışanların enflasyona göre düzeltilmiş reel gelirleri artarken, yeni dijital teknolojilerle girişimci, yönetici ve yatırımcılar servet kazandı ancak çoğu çalışanın reel geliri düştü. İki sınıflı bir toplum yaratıldı. İşçiler ayrı, ekonomik ve sosyal imkanları ellerinde tutanlar ayrı yaşıyor.

Artık yeni teknolojilerin doğurduğu refahın genele yayılıp yayılmaması ekonomik, sosyal ve siyasi bir tercih. Yeni teknoloji refahın paylaşımına hizmet edebileceği gibi eşitsizliğin artmasına da hizmet edebiliyor.

Günümüzde

Bu devirde fikirlerin paylaşılması, bilginin yayılması çok kolaylaştı ve hızlandı. Bilimsel ilerlemenin hayatımızda etkisi de anında kuvvetle hissediliyor. Örneğin 2020 başında Covid virüsünün tanımlanmasından 42 gün sonra aşı geliştirildi. Tabii yine de bilgi birikimi ve bilimi nasıl kullanacağımızın cevabı sahip olduğumuz vizyonda yatıyor.

Günümüzde karar verici güçlerin farklı vizyon ve amaçları doğrultusunda, benzer bilim ve teknolojinin çok farklı amaçlar için kullanıldığını görüyoruz. Sosyal medya gizli veya açık olarak insanları yönlendirmek, takip, mahremini araştırmak için kullanılabiliyor.

Vizyon oligarşisi oluşturan teknoloji önderleri

Yapay zeka konusunda Kurzweil gibi bazıları bunların insanlarla birleşip süper insan yaratacağını savunurken, Gates ve Musk gibi bazıları amaçları doğru belirlenmemiş yapay zekadan endişe duyuyorlar. Sosyal iktidarı tekellerinde tutan ve bir vizyon oligarşisi oluşturan teknoloji önderleri, entelektüel kanaat önderlerini, gazetecileri, iş dünyasının önde gelen isimlerini, akademisyenleri ve aydınları etki altında bırakabiliyorlar.

Şimdi tıpkı sanayileşmenin ilk evrelerinde olduğu gibi toplumdaki işçi – işveren gibi çeşitli çıkar gruplarının çatışarak doğruyu bulmalarını ve toplumun çoğunluğunun refahını artıracağını umarak bekleyecek miyiz? Veya biz mi harekete geçeceğiz?

Modern toplumlarda geçerli olan güç ikna gücüdür. Siyasi güç, bireylerin ve grupların siyasi ittifaklar kurarak birlikte hareket edebilme kabiliyetinden ve yasaları yapmak ve uygulamak yetkisi olan siyasi kurumlardan oluşur. Ekonomik güç ekonomik kaynakları kontrol etmek ve kullanmak gücünden gelir. Dayatmak ise şiddeti yaratmak ve komuta/kontrol etmek yetisinden gelir. İkna etmek gücü ise gündem belirlemek ve fikirlerini kabul ettirmekten meydana gelir. (…)

Farklı seslerin söz hakkına sahip olması önemli

Lord Acton’un 1887’de söylediği gibi: “Güç insanı yozlaştırır.” İnsanlar esas önemli olanın kendileri yani fikirleri ve çıkarları olduğuna kendilerini inandırır, diğer fikirleri göz ardı etmek için mazeretler uydururlar. Sosyal psikolog Dacher Keltner: “İnsanlar ne kadar güçlüyse, davranışlarının diğerlerine olan sonuçlarını göz ardı etme ve bencilce davranmaları o kadar muhtemeldir,” der. Herhalde zengin ve yüksek statülü insanlar aslında kendi hakları olanı aldıklarını düşünüyorlar, pahalı arabaların trafikte sıra beklememesi gibi. Güç insanı diğerlerinin acılarına karşı duyarsızlaştırır.

Bu nedenle, geleceği şekillendirirken baskın vizyonu dengeleyen farklı seslerin, çıkarların ve bakış açılarının söz hakkına sahip olması önemlidir. Ayrıca bencil ve kendinden aşırı emin vizyonları dizginlemek gerekir. Bunun için demokratik siyasi kurumlar önemlidir. Çok seslilik demokrasinin en büyük gücüdür. Siyasi ve sosyal tercihleri domine eden tek bir bakış açısı olmadığında, bencil vizyonlar dizginlenebilir. Demokratik olmayan rejimlerde genelde siyasi bağlantıları olan kişi ve şirketler kayrılır. Tekeller yaratılarak kaynakların elit kesimlere, yandaşlara akması sağlanır.

Yazarlara göre, demokrasinin en büyük avantajı dar vizyonların hegemonyasından kaçınılabilmesidir. Demokrasi toplumda daha dengeli bir sosyal güç dağılımı ve daha iyi yasalarla idare sağlar. Ayrıca sıradan insanların siyasi açıdan aktif, farklı bakış açılarının masaya yatırıldığı, gündem belirlemede tekellerin önlendiği bir çerçeve oluşturur.

Büyük şirketler politik ve sosyal gücü yönlendirebilir

Büyük şirketler belli bir coğrafyada veya sektörde güç elde ettiğinde onların vizyonuna karşı çıkmak zorlaşır; politik ve sosyal gücü yönlendirebilir. Ama 1960’lara gelindiğinde anti-tekel yasaları da, tıpkı regülasyonlar gibi, devletin piyasalara el atması olarak görülüyordu. Örneğin Google ve Amazon gibi büyük şirketler tekele benziyor ve tekel gibi davranıyor olabilirlerdi ancak fiyatları artırdıkları kanıtlanana kadar devletin bir şey yapmasına gerek yoktur, diye revaçta olan bir görüş vardı.

Bugün Google, Facebook, Apple, Amazon ve Microsoft birlikte ABD GSYH’sının yaklaşık beşte birini oluşturuyorlar. Müdahale etmeme anlayışının etkisiyle Facebook WhatsApp ve Instagram’ı alabilmiş, Amazon Whole Foods’u alabilmiş, Time Warner ve America Online birleşebilmiştir.

1980’lerde Amerikan şirketleri Japonların rekabeti ile başa çıkmak için işçilik maliyetlerini azaltmak gerektiğine karar verdiler. Bu yönde Mc Kinsey gibi yönetim danışmanlığı şirketleri yardımcı oldu; vasıf gerektirmeyen pek çok görev ortadan kaldırıldı. Neticede otomasyon ve robotlar verimi artırmak yerine, istihdam ve ücretleri azalttı. Aslında son birkaç on yılda, her gün yeni bir ürün ve yeni bir dijital uygulama bombardımanı altında olduğumuz halde, paylaşılabilecek verimlilik artışları azaldı. Fransa’da sendikalar ve asgari ücret politikaları ile eşitsizlik bir derece dizginlendi. Sonuçta endüstriyel işçi başına düşen robot sayısı ABD’nin iki katından fazla olan Almanya’da, Japonya’da şirketler mavi yakalı işçileri yeniden eğitmeye özen gösterdiler, bilgisayar destekli tasarım ve kalite kontrolü ek istihdam yarattı.

Şimdi yapay zeka

Bazı olumsuz yönleri olacağı konuşulsa da yapay zeka sayesinde özellikle ‘hayat kurtaran’ mesleklerde işlerin daha verimli yapılmasının sağlanacağı, kişiselleştirilmiş tıp gibi yeniliklerin mümkün olacağı görüşü hakimdir. Economist 2021 Nisan raporunda yapay zekalı otomasyondan gereksiz yere korkulduğunu belirtiyordu. Yazarlar dijital teknolojilerin insanlara yararlı olduklarına inanıyorlar.

Artık yapay zekanın hedefi rutin olmayan işleri de otomatize etmek. Robotik süreç otomasyonu, otomatik ses tanıma sistemleri ve uzaktan IT desteği veren robotlar artık kredi kartları ve e-ticarette kullanılıyor. Benimsenmesi gereken düstur, yapay zeka, robot veya makine ile otomasyonun insanlara ne kadar faydalı olduğudur. Örneğin GPS çok akıllı olmasa da faydası çoktur.

Oysa modern yapay zeka çalışmaları Turing’in izinden giderek yapay zekayı kendi kendine davranan, insan seviyesine ulaşan ve ardından insanı aşan makineler olarak tanımlayan bir anlayışa odaklandı.

Yapay zeka ile büyük veri ayrılmaz ikili

Günümüzde yapay zeka ile büyük veri ayrılmaz ikili haline gelmiştir. Böylece modern yapay zeka, ölçeklendirilebilir ve farklı konularda kullanılabilir olmuştur. En büyük hedef, insanların yapabileceği her şeyi yapabilen, tamamen otonom genel bir yapay zekanın geliştirilmesidir. Bu yaklaşımla yapay zeka çalışmaları otomasyonda daha fazla kullanılabilecektir. İnsanların yaptığı üretken işlerin büyük bölümünde rutin ve karmaşık görevler iç içedir.

İnsan zekası sosyaldir; sorun çözme ve uyum sağlama için gerekli bilgileri toplumda açık veya dolaylı iletişim yoluyla kazanırız, akıl yürütmemiz sosyal iletişime bağlıdır, insanların yek diğerleri ile ilişkileri; empati ve hedef birliği onlara ek beceriler ve yetenekler kazandırır. Ne yapay zeka ne de geleneksel dijital teknolojiler sosyal etkileşim, adaptasyon, esneklik ve iletişim gerektiren temel işleri yapamıyorlar. İnsan becerisinin özünü yakalama konusunda yeterli değildir.

Ne, niçin gerekli

Yazarlar ‘ilerici hareket’ için üç formül sunmaktadır. Birincisi anlatının ve normların değişmesidir.

İkinci bileşen dengeleyici karşıt güçlerin yaratılması ve yeşertilmesidir. Bu bağlamda işçi örgütleri ve sivil toplum örgütleri gerekir. Almanya’daki çift kanallı sistem güzel bir örnektir. İş konseyleri işyerlerindeki koordinasyonla ilgilenir, sektör sendikaları sektör düzeyinde ücret belirler. Ayrıca daha işçi dostu teknolojiler için sübvansiyonlar, vergi reformu, işçi eğitim programları, veri koruma düzenlemeleri ve dijital reklam vergileri de tamamlayıcı politikalardır. Hatta servet vergileri ile servet uçurumları azaltılabilir.

Üçüncü bileşen de ilericilerin yaptıkları araştırmalar ve kendi uzmanlıkları temelinde önerdiği ve talep ettiği siyasi çözümlerdir. Bunun için akademide ciddi bir reforma ihtiyaç vardır. Özellikle ABD’de akademisyenler özel sektörden aktarılan fonlarla bağımsızlıklarını kaybetmişler midir? Örneğin modern çevre hareketinde önce iklim konusunda anlatı değişti, anlatıdaki değişim yeşil partilerle birlikte siyasi bir harekete dönüştü ki bu hareketler tüm sektörlerdeki kurumlar üzerinde baskı oluşturdu. Bu gelişmeler de teknik ve siyasi çözümleri tetikledi, fosil yakıt emisyonlarını azaltmak için karbon vergisi kondu, yenilenebilir enerji inovasyonları desteklendi.

Sonuç olarak, bu önerilen reformlar kolay olmasa da, uygulanmalıdır. Çünkü teknoloji devleri skandallara rağmen toplumda saygı görüyorlar ve teknolojinin geleceği hakkında toplumun geri kalanına dayattıkları ‘ilerleme’ biçimi sorgulanmıyor.

Bence bizim toplumumuzda aynı sosyal tarihi süreç ve inanışlar manzumesi yaşanmadığı için bizim bu işe daha temelden yaklaşmamız gerekiyor. Yani nasıl birlikte yaşayacağımıza karar verip bu düsturları önce yetişkinlerimizden başlayıp eğitilmemiz ve eğitmemiz gerekiyor bu toplumu… Bu kabil olur mu? Bilemem. Ama en azından çabucak bir başlamak gerekli!

Tüm bunlar doğru mu?

Bu arada Acemoğlu ve Johnson’un kitabının bazı köşe yazarları tarafından eleştirildiğini belirtmeliyim.

WSJ’dan Deirdre N. McCloskey: “Yazarların argümanlarına birer ekonomi tarihçisi olarak tarihi kanıt olarak kullanmaları normal ama bunu yaparken gerçek bilime kulaklarını tıkamamalılar. Bir ekonomi tarihçisi olarak, argümanlarına tarihi de katma çabalarına hayranım. Sayın Acemoğlu’nun bütün kitaplarında yaptığı bir şey bu. Ancak gerçek bilimin diğer tarafa kulaklarını kapatması felakettir. Bilim hem varsayımla hem de çürütmeyle ilerler. Eğer tarihten yararlanılacaksa, bunun test edilmesi gerekir. Sayın Acemoğlu ve Johnson bunu yapmıyorlar. Kitaptaki sorun, ekonomi verilerdir. Rakamlara bakın. Geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca dünya, tam %3000 enflasyona göre radikal bir şekilde daha iyi bir duruma geldi. Son yirmi yılda bile yoksulların yaşamları iyileşti. (…) Gezegende günde 2 dolarla yaşayan insan sayısı 1 milyara indi ve ortalama günlük gelir 50 dolardır. Bunu devlet yapmadı. (…) Sayın Acemoğlu ve Johnson bu temel dersleri kaçırmış görünüyorlar. Değersizleştirdikleri büyük servetlerin, zengin olmak isteyen diğer girişimcilerin ekonomiye girmesini teşvik etmek gibi bir temel işlevi var. Bu rekabet mal ve hizmetleri ucuzlatıyor ve bu da daha sonra gerçek gelirde muazzam artışlar olarak yoksullara yansıyor.”

10 Haber’de yar alan Ümit Alan’ın yazısından da MIT’nin ekonomi profesörlerinden David Autor’un farklı düşündüğünü öğrendim.

Noema dergisindeki makalesinde David Autor: “Bilgisayarlarla birlikte doktorlar, avukatlar, yazılım mühendisleri gibi bir elit sınıf oluşmuştu. Yapay zeka teknolojileri uzmanlık gerektiren bu işleri tabana yayabilir; yeni bir orta sınıf inşa edilebilir.”

Yani D. Autor şansız doğmuş iyi eğitim alamamış olanların bu nedenle yeterince saygı görmeyenlerin de dahil olabileceği bir sistem geliyor, diyor.

Netice

Teknoloji gücü elinden bulunduranlar sayesinde zengini zenginleştirecek mi? Yoksa gelir dağılımını düzelten daha eşitlikçi bir ekonomik sisteme doğru mu evrileceğiz?

Halbuki, zengin daha da zenginleştiğinde; daha fazla kişi yoksullaşacaksa; orta sınıf ortadan kalkacaksa; zengin zenginliğini uzun dönemde hangi kaynağa bağlı olarak, nasıl sürdürecek?

Ve şimdiden yazarların önerdiği gibi var olan kötü ilerlemeye belli müdahaleler yapılırsa ve denge bu müdahalelerle sağlanırsa; devletin nerede duracağını kim belirleyecek? Şimdi şikayet edilen Çin gözetim sistemine geçilmesine kim, nasıl engel olabilecek?

Not: Yazının uzun versiyonuna https://muratulker.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

 

İktidar ve Teknoloji – Bin Yıllık Mücadele
Daron Acemoğlu, Simon Johnson
Çeviren: Cem Duran
Doğan Kitap, 2023
inceleme, 520 sayfa.

Satın Al

  • 1

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.