Türkiye’nin dört bir yanını sarmış şikayet rüzgarları hemen her mecliste kendine yer buluyor. Küçük bir sahil kasabasında kahvede etrafımıza toplanmış insanlarla sohbet ediyoruz. Cumhurbaşkanından 657 sayılı yasanın esiri olmuş devlet memuruna, genel müdürlerden parti ilçe teşkilat başkanına, muhalefet liderlerine kadar eleştiriler ok gibi havada uçuşuyor.
Bu memleketin insanları, sanki bir çığlık korosuna katılmış gibi dert yanıyor, hayıflanıyor, mevcut düzeni yerden yere vuruyor.
Sözünü kesmemenizi, yanıt vermek yerine dinlemenizi istiyorlar, içleri çok dolu.
“Vizyon yok, eğitim eksik, yolsuzluklarla baş edilemiyor, stratejik düşünceden yoksunlar, günü kurtarma derdindeler, dini siyasete alet ediyorlar, muhalefetin, ellerindeki belediyelerin icra yeteneği zayıf…” diye başlayan sözler sadece kahvelerde değil neredeyse ülkenin her köşe başında dillendiriliyor.
Fakat tanıdığım, bilge statüsüne alınabilecek bir kişi, Cumhur Doğan hiç usanmadan, onlarca kez tekrar etme pahasına diyor ki: “Bir ülkede vatandaş ne ise ülke de odur. Yani, kaçak villa yapan müteahhit, çiftçiden aldığı ürüne bire bin katıp satan tüccar, gölleri ve nehirleri atıklarıyla kirleten sanayici, orijinal parçayı çıkarıp çakmasını takan tamirci, vergi kaçıran esnaf, yani hepimiz aslında bu düzenin aynadaki yansımasıyız.”
Sorunları yaratanlar sanki ortaya çıkan bu olumsuz manzarada hiç payı yokmuş gibi devletten, siyasetten çözüm bekliyor. Oysa, bu çözümü sağlayacak olanlar da yine aynı çemberin içinde dönen insanlar. Bir ülkenin kalitesi, vatandaşın ve siyasetin kalitesinden daha ileri gidemiyor.
Bu eleştirilerin bir kısmı, belki de çoğu haklı. Ancak asıl mesele, siyasete ve devlet yönetimine uzun zamandır işin ehli olan, ülkeyi ileriye taşıyacak, dünya dinamiklerini doğru okuyup yansıtacak, uluslararası arenada itibarımızı koruyacak insanları çekmekte zorlanmamızda yatıyor.
Ve bu niteliklere sahip olanlar da ya pes edip kaçıyor ya da liyakat arandığına dair en ufak işaret görmedikleri için vazgeçiyorlar. Sonuç? Karar ve icra mercileri vasatın da altında isimlerle dolup taşıyor.
Bu kalite eksikliğinin altında yatan nedenlere gelince, ilk olarak alternatiflerin çekiciliğinden bahsetmek gerekiyor bence. İyi eğitim almış, deneyimli ve dürüst insanlar liyakat üstünlüğü sayesinde devletin ve siyasetin kapıları dışında da tatmin edici işler bulmakta zorlanmıyor. Özel sektör, uluslararası kuruluşlar ve girişimcilik dünyası onlara çok daha cazip fırsatlar sunuyor. Bu yüzden devlet ve siyasete ya başka seçenek bulamayanlar, ya rant peşinde koşanlar ya da makam ve prestij arayanlar yöneliyor. Liyakat, performans ve sonuç odaklılık gibi kaygılar olmayınca ortalama düzeyde ya da daha da altında yöneticilerle, memurlarla yetinmek zorunda kalıyoruz.
Siyaset arenası ise adeta kapalı bir döngü gibi. Parti tüzükleri öyle yazılmış ki genel başkan istemediği sürece koltuktan kalkması neredeyse imkansız. On üç kez seçim kaybetmiş olsa bile…
Belirli bir dini inancın, bölgenin veya menfaat grubunun temsilcisi olarak çevresini de aynı insanlarla dolduruyor. Kaliteli gördüğü insanlara danışıyormuş gibi yaparak laf olsun diye onları yanında gösteriyor.
Erdoğan örneğinde olduğu gibi, çeyrek asrı aşkın bir süre boyunca partide, belediyede ve devlette en üst düzeyde deneyim kazandıktan sonra iktidarını nasıl sürdüreceğini, sadakat bağlarını nasıl kuracağını, vatandaşın ruhunu ve güç merkezlerini nasıl elde tutacağını çok iyi biliyor.
Bardağın hep boş tarafını görenler… Kendilerini kaliteli zannedenlerin en büyük zaafı. Kendileri dışındaki her şeyi küçümser, siyaseti ve devleti hor görürler. Hele mücadele etmek… Bu onların fıtratında yoktur. Makamların gümüş tepsi içinde sunulmasını beklerler. Bu durum tıpkı Abdullah Gül örneğinde olduğu gibi cumhurbaşkanlığı seviyesine kadar tırmanabilir.
Oysa, eğer bu ülkede yaşıyorsanız, gidişattan memnun değilseniz artık kalemşörlük yaparak bir yere varılamayacağını anlamanız gerekiyor. Boş eleştiriyi, mızmızlanmayı bırakın, elinizi taşın altına koyun. Tabii ki bu elinizin parçalanması, parmağınızın kopması, kalbinizin teklemesi ya da dört duvar arasına hapsolma riskini de beraberinde getirebilir.
Ama unutmayın, risksiz kazanç da olmaz, ilerleme de.
Bana zaman zaman “Ne zaman siyasete gireceksiniz” diye soruyorlar. Cazip teklifler de geliyor egomu okşayan. Ancak vicdanım rahat. Devlette uzun süre görev yaptım, yurtdışında menfaatlerimizi ve insanlarımızı tüm gücümle savundum, hala da gönüllü olarak yurtdışında çaba sarf ediyorum bazen şahsi işlerimin bir kenara iterek.
Dahası, medyada yazıp konuşarak, karar alıcılara somut öneriler sunarak, gerekiyorsa köprü rolü oynayarak siyasette aktif bir şekilde var olduğumu düşünüyorum. O yüzden şuna samimiyetle inanıyorum ki siyasete katılmak, ülkeye hizmet vermek için illa ki TBMM çatısı altına girmek, bakan olmak şart değil.
Kaliteli insanları siyasete ve devlet yönetimine çekmek için öncelikle eğitim sistemimizi ve liyakat anlayışımızı güçlendirmemiz gerekiyor. Eğitim sistemi nitelikli bireyler yetiştirmeli ve bu bireylerin devlet kademelerinde yer almasını teşvik etmelidir. Liyakat esasına dayalı atamalar ve terfiler siyasi ve bürokratik yapının daha etkin ve verimli olmasını sağlayacaktır. Bunu sağlamazsanız yetenek nerede talep edilirse oraya göçer.
Devlet kademelerinde çalışmayı daha cazip hale getirmek için maaş ve özlük haklarında iyileştirmeler yapılabilir. Ayrıca devletin sunduğu sosyal ve kariyer imkanları genişletilmelidir.
Devlette görev almanın prestijli ve değerli bir kariyer yolu olarak algılanması da sağlanmalıdır.
Yolsuzluklarla mücadele etmek ve devlet yönetiminde şeffaflığı artırmak, kaliteli insanların devlet kademelerine çekilmesini sağlayacaktır. Şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim, nitelikli bireylerin devlete güvenini artıracaktır.
Siyasi partilerin iç yapıları daha demokratik hale getirilmelidir. Parti tüzükleri liderlerin uzun süre görevde kalmalarını engelleyecek şekilde düzenlenmelidir. Ayrıca parti içi demokrasi ve katılımcılık artırılmalıdır. Toplumun siyasete ve devlet yönetimine olan ilgisini artırmak için bilinçlendirme çalışmaları yapılmalıdır.
Sivil toplum kuruluşları, medya ve eğitim kurumları aracılığıyla siyasete katılımın önemi vurgulanmalıdır. Kaliteli bireylerin siyasete ve devlet yönetimine katılımını teşvik etmek için özel programlar ve projeler geliştirilebilir. Bu bireylerin deneyimlerini ve bilgilerini devlete aktarmalarını sağlayacak mekanizmalar oluşturulmalıdır. Devlet yönetiminde kaliteyi artırmak için uluslararası işbirlikleri ve deneyim paylaşımı önemlidir. Farklı ülkelerin iyi uygulamaları incelenerek Türkiye’ye uyarlanabilir. Ayrıca devlet görevlilerinin uluslararası kuruluşlarda deneyim kazanmaları teşvik edilmelidir.
Bu adımlar siyasete ve devlet yönetimine kaliteli insanların katılımını artırarak Türkiye’nin daha etkin, verimli ve saygın bir şekilde yönetilmesini sağlayacaktır. Unutmayın, her birimizin yapacağı küçük katkılar bile büyük değişimlere yol açabilir. O yüzden 2030 vizyonunda liyakat, ödüllendirme, iyi yönetişim, hesap verilebilirlik, inovasyon, hukukun üstünlüğü geçer akçe olarak devlete ve siyasete sinmek zorundadır.
6 Kasım 2024 - Trump zaferi tahmininde haklı çıktığıma üzüldüm: Muhtemel gelişmeler ve Türkiye
3 Kasım 2024 - Yaşamı anlamlandırmak ve renklendirmek için
29 Ekim 2024 - ‘Öcalan açılımı’ nereye kadar?
27 Ekim 2024 - Özelleştirmede atı alan Üsküdar’ı geçti mi?
23 Ekim 2024 - Bahçeli, Öcalan, bölgesel jeopolitik ve yeni iç dinamikler