Arkadaşım, küçük yaşlardan itibaren burs verdiği bir kız çocuğunu anlatıyor heyecanla. ‘Yobaz’ ailesinin onu üniversitede okutmak istemediğini, çocuğunsa eğitime devam etmek istediğini söylüyor. Tüm masraflarını karşılama sözü vererek çocuğun ailesini ikna etmek için görüşmeye gittiğini ekliyor. Heyecanlanıyor ve ikna edip edemediğini soruyorum. “Ettim” diyor bu kez mutlulukla. Ben de çok seviniyor ve hangi üniversiteyi ve hangi bölümü kazandığını merak ediyorum. Kazanmak için neredeyse sadece sınava girmenin bile yeterli olacağı çok düşük puanlı bir üniversitenin iki yıllık bir bölümünü söylüyor. Bu noktada kafam karışıyor.
Dayanamıyor, arkadaşımın şevkini kırmak pahasına zehir zemberek laflar ediyorum: “Çok başarılı olup da okuyamayan nice çocuklar var. Bu kadar masraf ediyorsun, mücadele ediyorsun, bari gerçekten başarılı, gerçekten okuyacak bir çocuğa destek olsaydın.”
Bu olasılığı sanki o zamana kadar düşünmemişçesine önce bir afallıyor, belki benden böyle bir çıkış da beklemiyor ama çabuk toparlıyor: “Şimdi bu çocuk yaşadığı ama kısıtlandığı için yaşamak istemediği o mahalleden çıkacak, başka bir şehre gidecek, hayatı değişecek, yeni bir dünya tanıyacak. O mahallede yaşayan bir kız çocuğunun hayatının değişmesi de bir şey değil mi? Akademik başarı niye bu kadar önemli?” deyiveriyor. O âna kadar hiç düşünmediğim bir şey bu. Afallama sırası bende.
O gün geçiştiriyorum ama arkadaşımın verdiği desteğin ezber bozucu doğası düşündükçe demleniyor kafamda. İnsanları nasıl hoyratça ikiye böldüğümü düşünüyorum: Başarılı olduğu için değerli olanlar ve başarısız olduğu için değersiz olanlar. Hayatımın dersini alıyorum. Şimdi ne zaman bu diyaloğu düşünsem utanırım. Utancın güçlü bir öğreticiliği var neyse ki. İnsan ne hissettiğini asla unutmuyor. Bakış açım bir daha hiç eskiye dönmemek üzere değişiyor.
Türkiye’nin günlerdir konuştuğu Narin Güran’ın katledilmesi olayı yıllar önce arkadaşımla aramda geçen bu sarsıcı konuşmayı aklıma getirdi. O fotoğraflardaki sevimli küçük kız, Narin öldürülmese onu çoğumuz tanımayacaktık. Keşke öldürülmeyeydi de tanımayaydık. Tüm sıfatları tırnak içinde yazacağım: O zaman büyüyecek, bir yerlerde ‘iyi’ veya ‘kötü’, ‘değerli’ veya ‘değersiz’ bir insan olarak yaşayacaktı. Nasıl olursa, olacaksa olsun, keşke yaşasaydı. Peki o zaman tüm bunları nasıl ölçecektik?
Akademik başarısıyla, kendisine sunulan koşullara karşı mücadele etme azmiyle mi ölçecektik? Yoksa tembel diye etiketleyip yaşadığı hayatı hak ettiğini mi düşünecektik? Onu bulunduğu koşullardan çekip çıkarmanın, birilerini ikna etmenin yolu hangi özelliğinden geçecekti? Birilerini alabildiğine aşağılayarak, şeytanlaştırarak mı yapacaktık bunu? Büyüyüp oy verdiği partinin adı mı belirleyecekti yoksa ona bakışımızı?
Narin’in artık büyüme şansı yok. Bu kahredici bir gerçeklik. Ancak büyüseydi, bizim ona yaklaşımımızı belirleyen kriter ne olacaktı? Büyüdüğü koşulları hatırlayacak mıydık? Yoksa onu kolayca değersizler sepetine mi atacaktık?
Bugün neyin ne olduğunu bile tam anlamadan annesini ve sessiz kalanları suçlarken örneğin, annesinin de aynı koşullarda Narin gibi büyüyen bir çocuk olduğunu hiç aklımıza getiriyor muyuz?
Daha büyük bir gerçekliği sorgulamak yerine neden olayın sadece polisiye yönüne bakıyoruz? Çünkü cinayet çözülürse katil veya katiller cezalandırılır. Bu başkalarında caydırıcı bir etki yaratır ve bu tüm toplumu dönüştürür. Peki neden daha önce dönüşmedi bu toplum?
İşte tam bu noktada Pangloss tuzağına düşülüyor bence. Voltaire’in Üsküdar’da bir bahçede son bulan Candide ya da İyimserlik isimli ölümsüz eserine gidelim.
O eserde yakıcı bir hiciv vardır, hatırlayalım. Candide 18. Yüzyılın ağır sefalet içindeki Almanya’sında yaşar. Yaşadığı çağın sefaletine, ağır koşullarına dayanmasını sağlayan hocası Pangloss’un felsefesidir. Bu felsefeye göre “yaşanan dünya, mümkün dünyaların en iyisidir.” Sevdiği kişi tecavüze uğrasa, katledilse, zulüm ve adaletsizlik olsa dahi hepsi en iyiye varmak içindir. Nihayetinde olanlar daha büyük bir planın parçasıdır. Aslında romanda Pangloss ismiyle simgelenen kişi dönemin ünlü Alman Filozofu Gottfried Leibniz’dir.
Bugün kuşkusuz hiçbirimiz Leibniz ya da Pangloss gibi buranın mümkün dünyaların en iyisi olduğunu düşünmüyoruz. Çoğumuz buranın ne kadar kötü olduğunu biliyor ve daha kötüsünün olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz. Bu derin farka rağmen Panglossian bakışla ortak bir yönümüz var. Hayatı tek bir kelimeye, mottoya indirgemeye çalışıyoruz.
Girişte verdiğim “başarı fetişizmi” yanılgısı örneğin. Narin için en iyisinin okumak ve böylece “değerli” bir insan olmak olduğunu düşünmek gibi. Sosyal medyadan yansıyan sahte mutluluk görüntüleri gibi.
Okudu, başarılı oldu, değer görmeyi hak etti ve sonunda Maldivler’e tatile gidip Instagram’da paylaştı. Bu mudur? Ya da başka bir bakışla, ne pahasına olursa olsun parayı vurup gösterişli hayatını sergileme hakkı kazandı. Peki bu mudur?
Nasıl, Narin’in tabutunun üstüne örtülen gelinlik haklı olarak tepkimizi çektiyse, biz de aslında başka başka şeyleri fetişleştirerek mümkün olan en iyi dünyaya varılacağını düşünüyoruz. Mutluluk bu kadar basitmiş gibi.
Oysa hayat sandığımızdan daha karmaşık. İnsanlara verdiğimiz değeri ne belirliyor örneğin? Bunun üzerine ne kadar düşünüyoruz? Dahası bunu değiştirmek için ne yapıyoruz? Söylenip durmak haricinde diyorum. “Başarılı bir öğrenciye burs verdim, okudu mühendis oldu” diye böbürlenmek güzel. Peki sınıfın en başarısız öğrencisine sırf hayatı değişsin diye burs veren arkadaşımınki enayilik mi? Belki hayatı boyunca değersiz görülecek bir insanın hayatını değiştirdi. Burada kritik soru “değiştirebileceğimizi değiştirmek için ne yapıyoruz” sorusu. Bence asıl ‘devrimci’ tutum bu.
Yine tırnak içinde yazıyorum: Narin büyüyüp ‘başarısız’ ve ‘değersiz’ bir insan olsaydı, yine de onun hayatını değiştirmek ister miydik? Yoksa sen yeterince ‘iyi’ değilsin ve ‘değersizler sepetinde’sin diye kenara mı atardık?
Son zamanlarda bir liyakat tutturduk gidiyoruz ya hani? Narin veya bir başkası büyüyüp evimize temizliğe gelen biri olsaydı, onun da liyakati olabileceğini düşünecek miydik? Yoksa ‘vasıfsız’ diye önemsemeden geçecek miydik?
Bize daha önemli olduğumuzu düşündüren şey daha medeni yaşadığımızı düşünmekse, bu gerçekten medeni bir tutum mudur?
Zor ve zamansız sorular biliyorum ama Narin’lerin yaşamasını sağlayacak bir dünya belki böyle zor soruların cevabında gizlidir.
Narin yaşayıp büyüseydi ve hani ihtimal ya hiç tasvip etmediğimiz bir partiye oy verseydi, onun da bir zamanlar çocuk olduğunu düşünüp içindeki insana dokunan soruları sorabilecek dili bulabilir miydik? Bulabiliyor muyuz?
Katilleri bulmaktan bile daha önemli olabilir bu.