Bir süre önce İstanbul'a geleceği duyurulan ama sonra gelmeyeceği anlaşılan ünlü yazar Stephen King'in merakla beklenen son romanı 'Holly' dün Altın Kitaplar tarafından yayımlandı. 10Haber olarak kitaptan bir bölümü tadımlık niyetine yayımlıyoruz.
Ünlü yazar Stephen King’in merakla beklenen son romanı ‘Holly’ Altın Kitaplar etiketiyle dün okurla buluştu. ‘Holly’de King’in en ilginç, becerikli karakterlerinden Holly Gibney bir kasabada yaşanan kaybolma vakalarının ardındaki korkunç gerçeği çözmeye çalışıyor.
Penny Dahl kayıp kızı Bonnie’yi bulmak için Finders Keepers dedektiflik bürosuna müracaat ettiğinde Holly önce davayı kabul etmek istemiyor. Çünkü yaşadığı kayıplarla zor bir dönemden geçmektedir ve ortağı Pete de Covid kapmıştır. Ancak Penny Dahl’ın çaresiz sesindeki bir şey yüzünden Holly teklifi reddedemez. Bonnie Dahl’ın kaybolduğu yerden sadece birkaç sokak ötede Profesör Rodney ve Emily Harris yaşamaktadır. Bu çift saygınlığın resmi gibidir: Evli, seksenlerinde, birbirine sadık ve ömür boyu akademisyen. Fakat bakımlı, kitaplarla dolu evlerinin bodrumunda Bonnie’nin kayboluşuyla ilgili olabilecek şeytani bir sır saklamaktadırlar.
The New York Times tarafından 2023’ün en iyi 10 kitabı arasında gösterilen Gökçe Yavaş’ın çevirdiği 512 sayfalık kitaptan tadımlık bir bölüm sunuyoruz:
“17 Ekim 2012
Burası eski bir şehirdi, şehir gibi yanındaki gölün de artık pek iyi durumda olduğu söylenemezdi, ama hâlâ gayet güzel yerleri vardı. Uzun zamandır orada yaşayanlar en güzel bölgenin Şeker Tepe, en güzel sokağın da Tepe Yolu sayılacağı konusunda hemfikir olurdu muhtemelen. Tepe Yolu, Bell Fen Edebiyat Üniversitesi’nden yokuş aşağı hafifçe kıvrılarak üç kilometre aşağıdaki Geyikli Park’a kadar iniyordu. Bir sürü güzel evin yanından geçiyordu, evlerden bazıları fakülte üyelerinindi, bazıları da şehrin başarılı iş insanlarının; doktorların, avukatların, bankacıların, piramidin en tepesindeki yöneticilerin. Evlerin çoğu, kusursuz boyalı, cumbalı ve bolca ahşap saçak süslemeli Viktorya dönemi tarzında evlerdi.
Tepe Yolu’nun sonundaki park, Manhattan’ın göbeğine yayılmış park kadar büyük değildi ama ona yakındı. Geyikli Park şehrin gururuydu ve bir bahçıvan ekibi parkın her daim şahane kalmasını sağlıyordu. Ah, bir de Ağaçlık denen, Kızıl Bayır Caddesi’nin yanındaki, pek bakılmayan batı tarafı vardı tabii, karanlık çökünce uyuşturucu arayanlar ya da satanlar orada bulunabilirdi, arada bir hırsızlık da olurdu burada ama Ağaçlık neredeyse üç bin dönümlük parkın sadece on iki dönümlük kısmını oluşturuyordu. Geri kalan yerleri, âşıkların dolaştığı, ihtiyarların banklarda gazete okuduğu (bugünlerde gittikçe daha da çok elektronik cihaz kullanarak), kadınların bazen pahalı bebek arabalarında bebeklerini ileri geri sallarken sohbet ettiği, çimenli, çiçekli yollarla örülüydü. İki gölet vardı, bazen bunlardan birinde uzaktan kumandalı botlar süren adam ve çocuklar görebilirdiniz. Diğerinde kuğu ve ördekler bir o yana bir bu yana süzülürdü. Çocuklar için bir oyun parkı da vardı. Her şey vardı aslında, halka açık yüzme havuzu dışında, arada bir belediye meclisinde bu konu tartışılıyor ama hep sonraya erteleniyordu. Masraflar yüzünden işte.
Bu ekim gecesi yılın bu vaktine göre ılıktı ama ince bir çisenti yüzünden, bu yola baş koymuş bir koşucu dışında herkes evindeydi. Bu koşucunun adı Jorge Castro’ydu, üniversitede yaratıcı yazarlık ve Latin Amerika Edebiyatı dersi veriyordu. Alanına rağmen aslında Amerika’da doğup büyümüştü, Jorge insanlara ‘pie de manzana’ (elmalı turta) ne kadar Amerikalıysa kendisinin de o kadar Amerikalı olduğunu söylemeyi seviyordu.
Temmuzda kırk yaşına girmişti, hâlâ ilk romanıyla kısa süreli bir çoksatan başarısı yakalayan o genç aslan olduğunu düşünüp kendini kandıramazdı artık. Kırk, hâlâ “genç herhangi bir şey” olduğunuz konusunda kendinizi kandırmayı kesmeniz gereken yaştı. Kesmezseniz –“kırk yeni yirmi beş” gibi kendini gerçekleştirme zırvalarına kapılırsanız– kayıp gitmeye başladığınızı görecektiniz. Başta sadece birazcık ama sonra biraz daha, biraz daha ve derken kemerinin üstünden göbeği taşan, ecza dolabında kolesterol ilaçları olan elli yaşında bir adama dönüşecektiniz. Yirmi yaşındayken beden affeder. Kırk yaşındayken ise bu affedişler en iyi ihtimalle şartlara bağlıdır. Jorge Castro elli yaşına girip kendisinin de o göbeğini kaşıyan Amerikalı adamlardan olduğunu görmek istemiyordu.
Kırk yaşındaysan kendine bakmaya başlaman lazımdı. Makinenin bakımını yapman gerekiyordu çünkü takas seçeneği yoktu. Bu yüzden Jorge sabahları portakal suyu içiyor (potasyum), çoğu günler peşinden yulaf ezmesi yiyor (antioksidan) ve kırmızı eti sadece haftada bir tüketiyordu. Atıştırmalık istediğinde genelde konserve sardalye açıyordu. Omega 3 bakımından zengindi. (Ayrıca lezizdi!) Sabahları hafif egzersizler yapıyor ve akşamları koşuyordu, çok yüklenmiyor ama kırk yaşındaki ciğerlerini havayla doldurup kırk yaşındaki kalbine biraz gösteriş yapma fırsatı sunuyordu (hareketsizken nabzı: 63). Jorge elli yaşına geldiğinde kırk gibi görünmek ve hissetmek istiyordu ama kader şaka yapmayı sever. Jorge Castro kırk birini bile göremeyecekti.
Yağmurun inceden çiselediği bir akşamda bile sürdürdüğü rutini, üniversiteden yedi sekiz yüz metre ilerdeki, (en azından üniversitedeki işi devam ettiği sürece) Freddy’yle paylaştığı evden parka koşmaktı. Orada sırtını esnetir, bel çantasına koyduğu vitaminli sudan içer ve eve geri koşardı. Yağmur aslında canlandırıcı gelmişti, hem önüne çıkan başka koşucular, yürüyüş yapanlar veya bisikletliler de yoktu. En kötüsü, sokakta değil de kaldırımda sürmeye sonuna kadar hakları varmış gibi davranmakta ısrar eden bisikletlilerdi, üstelik bisiklet yolu da olmasına rağmen. Bu akşam kaldırım tamamen ona kalmıştı. Kocaman, eski, gölgede kalan verandalarına gece havası almaya çıkanlara el sallaması bile gerekmiyordu, hava yüzünden onlar da içerdeydi.
Tek bir kişi dışında: İhtiyar kadın şair. Akşam sekizde hava hâlâ on küsur derecelerde olmasına rağmen bir parkaya sarınmıştı çünkü elli kiloya düşmüştü (doktoru düzenli olarak kilosu konusunda azarlıyordu onu) ve soğuğu hissediyordu. Soğuktan da öte, nemi hissediyordu. Yine de dışardaydı çünkü bu gecede, üzerindeki örtüyü bir çekip alabilse, yazılacak bir şiir vardı. Yazın ortasından beri şiir yazmamıştı ve iyice paslanmadan bir şeylere başlamalıydı. Öğrencilerinin bazen dediği gibi kendini ortaya koymalıydı. Daha da önemlisi bu iyi bir şiir olabilirdi. Hatta belki gerekli bir şiir.
Sisin karşıdaki sokak lambalarının etrafında nasıl dolaştığıyla başlayıp onun gizem olarak gördüğü şeye geçmeliydi. Ki bu her şeydi. Sis yavaşça hareket eden, gümüşi ve güzel haleler yaratıyordu. Hale demek istemiyordu çünkü bu beklenen kelimeydi, tembel kelimeydi. Adeta klişeydi. Gümüşi ama… ya da belki sadece gümüş…
Aklından geçenler, yolun diğer tarafından şak şak sesler çıkararak koşan genç bir adamı (seksen dokuz yaşındayken kırk yaş insana çok genç geliyor) fark etmesine müsaade edecek kadar bir süreliğine durdu. Onun kim olduğunu biliyordu; Gabriel García Márquez’i yere göğe sığdıramayan, üniversitede çalışan misafir yazardı bu. Uzun koyu renk saçları ve gerdan fırçası minik bıyığıyla ihtiyar şaire Prenses Gelin’deki yakışıklı bir karakteri anımsatıyordu: “Benim adım Inigo Montoya, babamı öldürdün, ölmeye hazır ol.” Sırtından reflektörlü bir şerit geçen sarı bir mont ve gülünç şekilde dar koşu taytı giymişti. Yel yepelek gidiyordu, ihtiyar şairin annesi olsa böyle derdi. Ya da haldır haldır.
Bu ona zilleri anımsattı ve bakışlarını hemen karşısındaki sokak lambasına çevirdi. Koşan adam üstündeki gümüşü duymuyor, diye düşündü. Bu ziller çalmıyor.
Yanlıştı çünkü düz yazı gibiydi ama yine de bir başlangıçtı. Gecenin örtüsünü kaldırmayı başarmıştı. İçeri girmesi, defterini alması ve çiziktirmeye başlaması gerekiyordu. Yine de sokak lambalarının etrafında dönen gümüş çemberleri izleyerek bir süre daha oturdu. Haleler, diye düşündü. Bu kelimeyi kullanamam ama kahretsin ki tam da hale gibi görünüyorlar.
Koşucunun sarı montu son bir kez gözüne çarptı ve sonra adam karanlıkta kayboldu. İhtiyar şair kalçalarındaki ağrıdan yüzünü buruşturarak güçlükle doğruldu ve ayaklarını sürüyerek evine girdi.”