Kurt Vonnegut yaratıcı yazarlıkla ilgili dersine şaşırtıcı bir kuralla başlar. İlk kural şudur: Noktalı virgül kullanmayın! Hatta kullananları gösterişle suçlayan şu ifadeleri de ekler: Tek yaptıkları üniversiteye gittiğini göstermektir.
Bu kuralı ilk okuduğumda noktalı virgül kullanmamak niye bu kadar önemli bir kural olsun ki diye düşünmüştüm. Herhalde havalı bir şeyler söylemek istemişti. Doğrusu o kadarına da hakkı vardı.
Üstündee düşündükçe Vonnegut’a hak vermeye başladım sonra. Uyuz bir şeydi noktalı virgül. Cümle bitiyor mu, bitmiyor mu belli değildi bir kere. Bir kararsızlık vardı. Cümlenin ardına noktalı virgülle eklenen sefil cümleciğin neye faydası vardı ki? Velhasıl ikna olur gibi olmuştum. Çok noktalı virgül kullandığım için hatta yerli yersiz kullandığım için kendimi suçlamıştım da.
Fakat bir ters köşe yapma ustası olan Vonnegut sayfalar ilerleyince aniden noktalı virgül kullanır. Şaşırırsınız haliyle. Neyse ki hemen nedenini açıklar:
Ve işte, başlangıçta asla kullanmamanızı söylediğim noktalı virgülü kullandım. Bunu yaptığımı belirtmek için. Mesele şu: Kurallar bizi ancak bir yere kadar götürür, iyi kurallar bile.
Yaratıcı yazmanın ne olduğuna ilişkin güzel bir kıssadan hissedir. Tüm kurallara sadık kalarak yazılmış bir metinden yaratıcılık çıkmaz çünkü.
Vonnegut aynı metnin içine kendisiyle çelişerek bir pürüz koyar ve bir kuralı asla unutmamamızı sağlar böylece. O da paradoksal olarak öğrendiklerimizi bir süre sonra unutmamız gerektiğidir.
Günümüzün teknolojisi geriye doğru aratmayı, arşiv taramasını çok kolaylaştırıyor. Bu da kimi insanların tutarsızlıklarını, çelişkilerini yüze vurmak için sayısız fırsat demek.
Benim de toyluk zamanlarımda en büyük korkum kendimle çelişmekti. Kimi zaman kendimle çeliştiğimi fark eder, inşallah yedi yıl önce yazdığım o yazıyı, attığım tweeti fark edip yüzüme vurmazlar diye strese girerdim. Çünkü eskiden yazdıklarım son yazdıklarımla farklı bir noktada olabiliyordu.
Tutarlılık zabıtaları her yerdeydi. Bir ekran fotoğrafı alıp “Eskiden öyle demiyordun ama” diye üstüme fırlatacak o çok bilmişe söyleyecek bir şeyim yoktu. Artık var. “Çünkü ben zombi değilim” diyebilirim mesela.
Terence Mauri BigThink’te liderlik üzerine yazdığı bir makalede bunu endüstri çağı düşüncesinden zekâ çağına geçişin bir işareti olarak yorumluyor. Ona göre ‘zombi lider’ olmamak için bilakis öğrendiklerimizi ara ara unutmamız gerekiyor. Yeni şeyler öğrenmek için bu şart.
Yapay zekâ gibi yıkıcı gelişmelerin yaşandığı çağda “öğrenmemiş olma” durumunu sürekli korumak gerekiyor. Yoksa zombiye, liderlik gibi bir hevesimiz varsa da “zombi lider”e dönüşüyoruz. Mauri bu düşüncesini Alvin Toffler’in “21. yüzyılın cahilleri okuyup yazmayanlar değil, öğrenemeyen, öğrendiklerini unutamayan ve yeniden öğrenemeyenler olacak” öngörüsüyle süslüyor.
Oysa sosyal medyanın mekaniği böyle işlemiyor. ‘Bir gün öyle bir gün böyle konuşmayı meşrulaştırmayı kastetmiyor ve öyle bir tarzı gerekçelendirmek istemiyorum elbette. Ancak üstünden belli bir süre geçtikten sonra da kendi öğretilerimizi yıkmayı göze alabilmek gerekiyor. Yoksa ilerleme mevzubahis olmuyor.
Ünlü oyuncu ve yönetmen Guillermo Del Toro’nun Toronto Film Festivali’nde yaptığı konuşma da bu bağlamda ilgimi çekti. ‘Yapay zekâ endişesi’yle ilgili soruları şöyle cevaplamış:
“İnsanlar yapay zekadan korktuklarını söylediklerinde hiçbir zekâdan korkmayın, aptallıktan korkun diyorum. Her zeka yapay. Aptallık doğaldır. Tamamen, yüzde 100 doğal, organik. İstikrarlı aptallıktan korkun. Gerçek düşman budur”.
Açıkçası bu görüşü tamamen paylaşıyorum. Sürekli yakın geleceğe referans veren yapay zekâ tehlikesine odaklanırken hemen yanı başımızdaki doğal aptallık tehlikesini unutuyoruz.
Özellikle kolektif sosyal medya aklının daha geniş çerçevelemek gerekirse onun yönlendirdiği muhalefet aklının tam da buraya düştüğünü düşünüyorum.
O cahilce kendinden eminlik hâli, o her konunun uzmanı gibi peşin peşin ahkam kesme tavrı, o bağlam çöküşü için bir tanım arasak “istikrarlı aptallık”tan iyisini bulamazdık bence.
O belki sosyal medyadan daha geniş bir çerçeve için kullanmış olabilir ama bence sosyal medyaya da cuk oturuyor. Hele ki bot çobanlarıyla yönlendirilen bu aptallığın ve kötülüğün ‘ifade özgürlüğü’ denilerek meşrulaştırma çabaları iyice dayanılmaz oluyor.
Evet, internetin ve sosyal medyanın ilk yılları için bu doğru bir bilgiydi. Bunu öğrendik ve şimdi her gelişmeyi, dünyadaki her sosyal medya düzenlemesini örneğin sansür ve ifade özgürlüğü parantezine alıp savunmak bu nedenle biraz “zombi liderlik” tavrı olarak öne çıkıyor.
Mauri, aynı makalede (ve ilgili kitabında) el artırıyor ve daha iddialı bir şekilde “öğrendiklerinizi unutmak yapay zekâ sonrası bir dünyada öğrenmenin en yüksek biçimi olabilir” diyor.
Eskiden olsa aforizma çıkarmak için biraz abartmış diyebilirdim ama kendi deneyimlerim de farklı değil. Geriye doğru baktığımda bugünkü kendimle çeliştiğim taraflar yakaladıkça bunu daha iyi anlıyorum.
Öğreniyor, unutuyor, yeniden öğreniyoruz. Üniversitede öğrendiğimiz ne aklımızda kalıyor ki mesela? Biz hayata karışana kadar çoğu zaten güncelliğini yitiriyor.
Bu yazıyla dönekliği veya tutarsızlığı meşrulaştırmaya mı çalışıyorsun diyen de çıkabilir örneğin. Öyle olmadığı çok açık ama bunu sosyal medyada anlatamam. Burası, yani yazı bağlamı daha güvenli.
Herkesi memnun edemeyeceğimi öğrendim. Belki sonraları bunu da unuturum, kim bilir?
Kimi memnun edeceğimi bilmiyorum ama tek bir kişiyi memnun etmek için yazıyorum çünkü. Bunu da Kurt Vonnegut’tan öğrendim.
Çünkü demişti ki Vonnegut; bir pencere açıp dünyayla sevişirseniz hikâyeniz zatürreye yakalanır. İnadına noktalı virgül. Siz de bu yazıdan bir şey öğrendiyseniz, umarım ileride unutursunuz.
20 Kasım 2024 - Sanki başka bir çağdan gelen umut reçetesi: Federer’in Nadal’a veda mektubu
13 Kasım 2024 - Biraz da “Gayrisafi Milli Mutluluk”tan söz etsek mi?
10 Kasım 2024 - Hani Kamala Harris etkileşim şampiyonuydu, ne oldu bizim Vahşi 25’liklere?
6 Kasım 2024 - Muhalif siyasetçiler Jose Mourinho’nun maç çıkışı açıklamalarından ne öğrenebilir?