'Sokço’da Kış'la tanınan Elisa Shua Dusapin 'Paçinko Bilyeleri'nde yaşadığı İsviçre'den Koreli büyük ebeveyninin yaşadığı Tokyo'ya giden Claire üzerinden dilin aidiyetimize etkisini sorguluyor. Kısa romanda köksüzlüğü iliklerimize kadar hissediyoruz.
Ünlü Macar yazar Agota Kristof, Sovyetlerin işgalinden kaçmak için önce Avusturya’ya, sonra da İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölgesine yerleşir. Orada bir fabrikada çalışmaya başlayan yazar, hiçbir şekilde Fransızca bilmiyordur, dört – beş sene de böyle devam eder, bu meyanda bazı arkadaşları bu boğucu hisse direnemeyerek intihar eder. Kristof ise Macarca yahut Almanca değil, Fransızca olarak kaleme alacaktır eserlerini. Fakat dilin de aidiyet bakımından ehemmiyetini anlamamız için mühim bir hikâyedir bu.
1992 senesinde, Güney Koreli bir anne ve Fransız bir babanın kızı olarak doğan Elisa Shua Dusapin’in de yaşam öyküsü, dille olan mücadelesi Kristof’unki kadar acı olmasa da epey benzerlik gösteriyor. Çocukluğu İsviçre, Fransa ve Kore arasında geçer, böylece iki dille de bir biçimde bağ kurmuş olur, fakat romanlarını Fransızca yazar. İlk romanı ‘Sokço’da Kış’ ile Amerika’da Ulusal Kitap Ödülü’nü kazanır. İkinci romanı ‘Paçinko Bilyeleri’ 2018’de, üçüncüsü ‘Vladivostok Sirki’ ise 2020’de yayımlanır.
İlk romanı gibi, ikincisi de Can Yayınları tarafından Şirin Etik’in özenli çevirisiyle dilimize aktarıldı. ‘Paçinko Bilyeleri’nde 30 yaşına yaklaşmış Claire’in, sıcak bir yaz, büyükanne ve büyükbabasını ziyaret etmek üzere Tokyo’ya gidişini okuyoruz. İsviçre’de yaşayan Claire, Tokyo’daki zamanını, 1952’deki işgalden kaçarak Japonya’ya gelmiş Zainiçi’lerden olan büyükanne ve büyükbabasını seneler sonra Kore’ye bir ziyaret etmeye ikna etmeye çalışarak, 10 yaşındaki Mieko’ya Fransızca ders vererek, unuttuğu Korece, iyi konuştuğu Japonca ve öğrettiği Fransızca arasında kaybolmuş hissederek geçirir.
Esasında romandaki en önemli tema, kullandığımız dilin aidiyetimiz üzerindeki etkisidir, nitekim Koreceyi unutması Claire’i rahatsız eder, fakat üstünde durmaz. Oysa büyük ebeveyni Japonca konuşmayı reddederek aslına ihanet etmemekten gurur duyar, dolayısıyla Korece konuşamaması onları rahatsız eder. Shiny isminde bir paçinko salonu işletmektedirler, ki Japonya’da yasal olan tek kumar türü olan paçinkonun ana hakimi göçmen Korelilerdir.
Claire’in bireyin ait hissettiği bir memleketi olmamasına dair duyumsadığı köksüzlüğü bu kısacık metinde iliklerimize kadar hissederiz, zira sadece doğup büyümekle bir yere ait hissedemez insan. Bazı unsurlar vardır ki ‘memleket’ bilincini geliştirir. Sözgelimi sadece Fransızca konuşmakla İsviçreli hissetmeyen Claire, Koreceyi unutmakla da Kore kimliğinden uzaklaşmış sayılmaz. Dilin bireyin kimliği yahut kökleri üzerindeki tesiriyle ilgili en buruk sahnelerden biri, büyükanneyle oynanan Monopoly oyunudur. Kadın ‘kodes’e girmekten imtina ederek ‘bir suç işlemediğini’ söyler, Claire ona kuralları anlatır fakat kanıtlayamaz, çünkü oyunun kurallarını içeren katalogdaki bilgiler İngilizce, Fransızca ve Almancadır, dolayısıyla büyükannenin okuyup emin olma şansı yoktur.
Claire’in Fransızca öğretmesi için vakit geçirdiği Mieko’yla kurduğu ilişki ise onu çocukluk ve yetişkinlik arasındaki köprü üzerine düşünmeye iter. 30 yaşına gireceği gün gelmektedir, çocukluğun masumiyeti, arayışı, hüznü bitecektir yakında. Mieko ise kendi çocukluğunu, memleketine duyduğu özlemi anımsatmaktadır. Burada yazarın dolaylı yoldan annelik üzerine ima ettiği bazı detayları okuruz: Claire, İsviçre’deki annesinden haber almak için bekler durur, belki de bırak da gel demesini ister fakat sonuç alamaz. Keza Mieko da onları terk edip giden babasını bekleyen annesi Henrietta’nın sevgisine, ilgisine muhtaçken salt hüznüne şahit olur. Claire ile günbegün gelişen bağı ise Henrietta’nın kötücül bir kıskançlığa kapılmasına sebep olur. Bu bakımdan her çocuğun bir rehbere ihtiyaç duyduğunu anlayabilir okur, Mieko da Fransızca öğretmeniyle bir dil öğrenmek yerine Heidi’nin Köyü’ne yahut Shiny’e gitmek ister.
Dusapin’in tutturduğu dil basit, meramı barizdir fakat hissedilen yabancılaşma o denli yoğundur ki sanki hacminden daha uzun bir metin gibidir. Bu da bireyin kimlik, vatan, dil, aile, kültür gibi konularda nasıl da hayatta bir yer edinmeye çabaladığını anlatması bakımından önemlidir. İsviçre’de arı görmeye alışkın olan Claire, Japonya’da arı görünce şaşırır, nereden çıktığını merak eder. Birkaç sahne sonra Mieko, arının niçin orada olduğunu kanıtlar, kiraz çiçeği balı yapıyorlardır, dolayısıyla kendilerine bir yuva kurmaya da çalışıyorlardır. Bu metafor üzerinden bireyin kendini yoktan var etmesi gibi bir tema da işlendiği ayyuka çıkar.
Bu kısa romanın finalinde hem Claire’i hem de okuru küçük bir sürpriz bekler. Tüm acı dolu geçmişe, anavatana duyulan özleme, kayboluşa, hüzne, yabancılaşmaya rağmen umut olduğuna dair bir gösterge, bir izdüşümdür bu – her halükarda insanın umut duymak isteyeceğine bir gönderme. Hayat belki de paçinko bilyeleri biriktirerek geçer yahut Shiny’nin önünde karton bir elbiseyle şarkı söyleyerek fakat bir biçimde geçip gider.
Elisa Shua Dusapin ikinci romanıyla biraz da hüzünlü bir melankoliyle geçen sıradan yaşamların izleklerini verir okuruna. Aynı zamanda kelimelerin üzerine düşünmeye de sevk eder çünkü her şeyden fazla dil ve konuşma üzerinedir ‘Paçinko Bilyeleri’. Günün sonunda bir tanecik bir kelime kalır bize ya da bir parça sessizlik.