Evrenin sırlarını çözmek için: Cern’den 20 milyar dolarlık yeni çarpıştırıcı projesi
Bu hafta bültende geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Bunlardan ilki insanlığın yakın akrabalarından ikisinin yollarının kesiştiği Kenya hikayesi, diğeriyse dinozorların dışkısında bulunanların bize anlattıkları.
Herkese merhaba. Yine bir haftayı kapatıyoruz. Bu yılı bitirmemize de çok az bir vakit kaldı. 2024 bir noktada hepimizin “Bundan daha kötüsü olamaz” diye düşünüp her hafta daha da hayrete düştüğü bir yıl oldu kuşkusuz. Hem Türkiye hem de dünya bitmek bilmeyen bir aksiyonun ve gerilimin içindeydi. Neyse ki insana nefes aldıran, “Dur ya dünyada bunlar da oluyor” dedirten bilim, teknoloji ve kültür haberleri de çok fazlaydı. Mesela bu hafta 10Haber’de bilim kategorisini takip ettiniz mi bilmiyorum ama birbirinden ilginç birçok haber vardı. Takip etmediyseniz de ben size haftayı kısaca şöyle özetleyeyim:
Öncelikle “Keşke ben yazsaydım” dediğim bir haberle başlayacağım. Yapay zeka kendi köyünü kurdu, işbirliği yaptı, kendi demokrasisini ve ekonomisini yarattı. Nasıl mı? İşte detaylar bu haberde. Yapay zekanın bu denli hızlı ilerleyişi geleceğiniz için endişelenmenize neden oluyorsa belki de dünyadan biraz uzaklaşmak iyi gelebilir. Mesela James Webb ile evrenin en eski galaksisine doğru bir yolculuğa çıkmak isteyebilirsiniz.
Gerçi kadınsanız bazen uzaya çıkmak bile erkek şiddetinden kaçamıyorsunuz. Bunun son örneği de Emily Calandrelli işte. Belki de şu an en güvenli yer 57 yıldır terk edilmiş halde buzulların altında gizlenen bir askeri üstür… Gerçi onu da NASA buldu.
Bu arada geçmişe doğru yolculuğa çıktığımız da oldu. Isaac Newton köle ticaretiyle mi zengin oldu, sorusunun peşine düştük örneğin. Bugün de geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Merak ettiyseniz sizi bültenle baş başa bırakıyorum.
Bilim insanları uzun zamandır dünya üstünde farklı hominin türlerinin bir arada yaşadığını biliyor. Mesela yaklaşık 300 bin yıl önce ortaya çıkan Homo sapiens, binlerce yıl Neandertaller ve Denisovalılarla yaşadı, ki onların izleri içimizde, DNA’larımızda saklı. Ancak türlerin bir yerde aynı zamanda bulunduğunu ve davranışlarının nasıl değişiklik gösterdiğini genelde kemiklerden öğreniriz, ki bu tür fosiller genelde dağınık şekillerde bulunur ve üstlerinde binlerce yılın tortuları birikmiş haldedir. Bu da bulunan kemiklerin ne zamana ait olduğu çıkarımını yapmakta hata payı olduğu anlamına geliyor. Ama şimdi zamanını çok daha iyi çıkarabileceğimiz bir buluş var karşınızda.
Bundan bir buçuk milyon yıl önce insanlığın soyu tükenmiş iki akrabasının yolları, Kenya’nın kuzeyindeki çamurlu göl kıyılarında aynı zamanlarda kesişmiş. Science dergisinde yayınlanan yeni çalışmaya göre insan soyunun en yakın akrabalarından olan Paranthropus boisei ve Homo erectus’un Turkana Havzası’nda rastlanan ayak izleri bunu gösteriyor. Turkana Havzası insanlığın evrimini anlamak için araştırma yapılacak en iyi yerlerin başında geliyor. Bunun yakın zamanlı örneği olarak da bir grup kazı ekibi havzada çamurda korunmuş dört ayak izi buldu. Ayak izleri birbirinden farklı anatomilere ve yürüyüşlere sahip türlere ait.
Biraz önce de dedik ya kemikler zaman konusunda çıkarım yapmayı zorlaştıran bir şey. Oysa ayak izleri çok daha basit olarak, genelde oluştuktan saatler ya da günler sonra fosilleşebiliyor. Bu da aynı çektiğiniz fotoğraf gibi o anın korunmasını sağlıyor. Bulunan yeni ayak izlerinden üçü aynı hominine, diğeriyse başka bir türe ait. Ekip üç ayak izinin insanlarınkine daha çok benzemesi nedeniyle Homo erectus’a ait olduğunu düşünüyor. İnsanlığın çok daha eski akrabalarının bıraktığı izlere benzerliği nedeniyle son izin de Paranthropus boisei’ye ait olduğu tahmin ediliyor.
Yakınlardaki bir alandan alınan ayak izlerinin yeniden analizi, iki türün 100 bin yıl sonra yeniden aynı yerde yollarının kesiştiğini gösteriyor. Bu da iki türün muhtemelen uzun süre yan yana yaşadığı ve kaynaklar için birbirleriyle doğrudan rekabet ettikleri anlamına geliyor. Araştırmacılar iki türün birbirini bölgeden uzaklaştırma gibi bir adım atmamış olabileceğini düşünüyor. Çünkü öyle bir şey olsa birbiriyle örtüşen birden fazla örneğe pek sık rastlamak mümkün olmazdı.
Yaklaşık 230 milyon yıl önce ilk dinozorlar ortaya çıktığında çağdaşları sürüngenler arasında o kadar da dikkat çeken canlılar değildi. 30 milyon yıl sonra işler değişti; büyüklü küçük tüm dinozorlar dünyaya hakim olurken dönemin sürüngenlerinin çoğu yok olup gitti. Biz dinozorların yaşamları ve yok oluşunu biliyoruz ama yükselişleriyle ilgili bilgilerimiz çok sınırlı. Ama o dönemden kalma şeylerle bu sorunun cevabını bulabiliriz. Mesela dinozor dışkılarıyla. Nature dergisinde yayınlanan yeni çalışmada bilim insanları bromalit denen, sindirim sistemi kalıntılarını, yani dinozorların dışkısını ve kusmuğunu araştırdı.
Polonya’nın güneyinde yer alan Polonya Havzası’ndaki yaklaşık 10 bölgeden 25 yıl boyunca toplanan 500’den fazla fosil üstünde çalıştılar. Kalıntılar Geç Triyas döneminden erken Jura dönemine, yani yaklaşık 247 milyon yıl öncesinden 200 milyon yıl öncesine kadar uzanan bir zaman aralığına aitti. 10 yıl süren araştırmanın sonucunda dinozorların yükselişini beş aşamaya ayırdılar: İlk dinozorlar hepçildi, bitki ve hayvan yiyordu. Sonra etobur ve otçullara ayrıldılar. Volkanik faaliyetlerin artmasıyla ortaya daha çeşitli bitkilerin çıkması, otçul dinozorların sayısını artırdı. Bu aşamanın ardından çoğumuzun filmlerde gördüğü o Jura Dönemi’nin çok sevdiğimiz etobur dinozorları ortaya çıktı.
Bu son çalışmadan önce araştırmacıların dinozorların yükselişiyle ilgili iki tahmini vardı. Bunlardan ilki dinozorların rakiplerine fiziksel olarak üstün gelmesiydi. Dinozorların arka ayakları üstünde dik bir şekilde durabilmeleri, sürüngen rakiplerinden çok daha çevik ve iri kılıyordu. İkinci tahmin de Triyas’ın sonunda meydana gelen iklim değişikliğine şans eseri diğer türlerden daha iyi uyum sağlayabilmeleriydi. Yeni araştırma iki hipotezin de dinozorların yükselişinde etkili olduğunu gösteriyor. Buna ek olarak çalışma bizlere dinozorların çok çeşitli şekillerde beslendiğini gösteriyor. Mesela büyük otçullardan sauropodların dışkılarında eğrelti otları ve odun kömürü bulundu. Bu odun kömürünü eğrelti otlarının neden olduğu toksinlerden arınmak için kullandıkları tahmin ediliyor.
CERN’deki fizikçiler gelecek yıl ilk kez antimaddeyi laboratuvar dışına çıkarmayı planlıyor. Bunun ne kadar büyük bir şey olduğunu anlamak için önce antimaddeyi anlamamız gerekiyor: Bizim somut olarak görebildiğimiz her şey madde ve biz dahil her şey parçacıklardan oluşuyor. Antimadde ise maddenin tam zıttı. Mesela maddede elektron var, antimaddede ise pozitron. İkisi de aynı kütleye sahip olmasına rağmen elektron negatif yüklüyken pozitron pozitif yüklü. En ilginci de maddeyle anti madde karşılaşırsa birbirini yok eder ve ortaya muazzam miktarda enerji çıkar. Antimaddeyi doğada bulmak çok zor olduğu için CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı gibi parçacık hızlandırıcılarda kontrollü bir şekilde üretiliyorlar. Ama laboratuvarda üretilen antimadde de öyle çok uzun ömürlü olmuyor. Çünkü biraz önce de dediğim gibi maddeyle temasa geçer geçmez yok oluyor.
İşte bu yüzden fizikçilerin antimaddeyi laboratuvar dışına çıkarması epey dikkat çekici bir haber. Peki bunu nasıl yapacaklar? Antimaddeyi özel konteynırlara koyarak kamyonetle CERN kampüsü boyunca kısa turlar atarak. Bu çalışmada iki şey amaçlanıyor. İlki antimaddeyi diğer kısa ömürlü maddelerin nükleer yapısını incelemek için kullanmak. İkinci projeyse antiprotonları gürültünün olmadığı bir bölgeye taşımak. Bu şekilde antiprotonların daha hassas bir şekilde incelenmesi amaçlanıyor.
🌞Güneş’in dıştaki korona tabakasından yüklü parçacıkların kopmasına koronal kütle atımı (CME) diyoruz. Bu CME’lerin hızları saatte üç bin kilometre ulaşabiliyor ve rotasını Dünya’ya kırdığında uydulara, elektrik şebekelerine ve iletişim altyapısına zarar verebiliyor, ki bunun örnekleri de mevcut (1859’daki Carrington Olayı ile 1989’da Kanada’nın Quebec eyaletindeki elektrik kesintileri gibi.) Dolayısıyla CME’lerle ilgili yeni şeyler öğrenmek bu kütle atımlarına karşı erken önlem almamızı sağlayabilir. Hindistan’ın ilk güneş gözlem uydusu Aditya-L1, 16 Temmuz’da bir CME’yi kaydedebildi. Aditya’daki Velc adlı cihaz sözkonusu CME’nin başladığı zamanı net bir şekilde belirleyebildi. Velc’in NASA ve ESA’nın cihazlarından daha iyi performans sergileyebilmesinin sebebi sürekli korona tabakasını gözlemleyebilmesi.
🔡Alfabetik yazı sistemleri, kelimelerin ünlü ve ünsüz harflerle ifade edilmesini sağlar. Böylece Mısır hiyeroglifleri ve Mezopotamya’nın çivi yazısı gibi önceki yazı sistemlerinden çok daha sade ve öğrenmesi kolay bir sistem oluşturmak mümkün olur. Çünkü bu saydığımız yazı sistemlerinde yüzlerce sembol kullanılıyordu, bu semboller genelde tek tek sesleri değil, kelimeleri ve heceleri temsil ediyordu. Bilim insanları ilk alfabenin M.Ö. 1900 civarında, bugün Mısır sınırları içinde kalan Sina Yarımadası’nda yaşayan ve Sami dilleri konuşan insanlar tarafından oluşturulduğunu düşünüyordu. Proto-Sinatik adı verilen bu alfabe, hiyeroglif sembollerinin bu kez harf olarak kullanılmasıyla ortaya çıkmıştı. Ancak yeni bir keşif, hiyerogliflerden türetilen harflerle ilgili ilk denemelerin bundan çok daha önce ve geniş bir coğrafyada, Yakın Doğu’da, yapılmış olabileceğine işaret ediyor.
Keşfin yapıldığı yer iç savaşta harap olan Suriye’nin kuzeyindeki Halep ile Fırat Nehri arasında yer alan antik kent Tell Umm-el Marra’daki bir mezar oldu. Johns Hopkins Üniversitesi’nde arkeolog Glenn Schwartz, altı iskeletin bulunduğu mezardaki kilden silindir yapının üstünde “silanu” yazdığını ve bunun bir isim olabileceğini söyledi. Silanu mezarda yatanlara öbür dünyada eşlik etmesi için konan yiyecek ve içeceklerin alıcısı olabilir. Mezarın şehirdeki varlıklı ve güçlü bir aileye ait olduğu tahmin ediliyor. Kil silindirin M.Ö.2400 yılına ait olduğu hesaba katılırsa alfabenin ilk ortaya çıkışıyla ilgili hikaye tamamen değişebilir. Bologna Üniversitesi’nde erken dönem dilleri araştırmacısı olan ama çalışmada yer almayan Silvia Ferrara, ilk alfabeyi geliştirenlerin bir zamanlar Mısır’da yaşadığı düşünülse de Mısırlılar ve Suriyelilerin geniş bir ticaret ağına sahip olduğuna dikkat çekiyor. Yani Ortadoğu’daki pek çok halk o zamanlar muhtemelen Mısır yazı sistemine aşinaydı.
👀OpenAI’ın meşhur video üretme aracı Sora erken deneme aşamasındaydı. Bunun için de sanatçılara erken erişime açılmıştı. Ancak PR Puppets adlı bir grup sanatçı, Sora’yı protesto etmek için erken erişim bağlantısını Hugging Face üstünden herkese açık şekilde paylaştı. Sanatçıların protesto ettiği şey Sora’daki hataları bulmak için ücretsiz bir şekilde çalıştırılmalarıydı. Ayrıca mektuplarında OpenAI’ın “daha açık, sanat dostu ve şeffaf” bir yaklaşım benimsemesi isteniyordu. OpenAI bu sızıntıyı fark ettikten birkaç saat sonra müdahale ederek Sora testlerini geçici olarak durdurdu. Yine de sızıntılar OpenAI’ın Sora’da ne gibi yenilikler yaptığı gözler önüne serilmiş oldu. Şirket testlere katılımın gönüllü olduğunu ama sanatçıların geri bildirimde bulunmak gibi bir zorunluluğun olmadığını söyledi. Buyurun sızıntı sonucu yapılan videolardan biri:
OMG OpenAI Sora has been leaked!
Free to use now on Huggingface, link in comment
It can be shut down anytime, try it now! It can generate 1080P and up to 10s video! And the results are incredible!
9 Examples: pic.twitter.com/rIJJv5TQTo
— el.cine (@EHuanglu) November 26, 2024
Mamutlar gibi soyu tükenmiş türler hayata döndürülebilir mi? Bilim buna evet diyor. Evrimsel biyolog ve “antik DNA” araştırmalarının öncüsü Shapiro, hangi türlerin geri getirilmesi gerektiğine karar vermekten, genomlarını sıralamaya ve yeniden canlandırılan popülasyonların vahşi doğada nasıl denetlenebileceğini öngörmeye kadar, geçmişi yeniden canlandırmak için bugün kullanılan olağanüstü ileri bilimi canlı bir şekilde keşfediyor. Shapiro, yokoluşun pratik faydalarını ve etik zorluklarını ele alıyor. Yokoluş yaşam biçimimizi değiştirir mi? Bu gerçekten klonlama mı? Maliyetleri ve riskleri nelerdir? Ve nihai hedef nedir?
Kitabı buradan satın alabilirsiniz.
En sıradışı organımızı baştan aşağı inceleyen bu çalışma, deriye yazılmış bir aşk mektubu. Kitapta deriyi bir prizma olarak kullanarak farklı zaman ve mekânlara bir bakış atacağız; antik tarihten bilimin geleceğine, Papua Yeni Gine’de timsaha tapan insanların zarif dövmelerinden Miami Plajı’ndaki güneşperestlerin derilerindeki değişimlere uzanacağız.
Önce deriyi fiziksel açıdan katman katman inceleyeceğiz. Ardından beslenmemizin cildimizi etkileyip etkilemediği, cildimizi nelerin yaşlandırdığı ve güneş ışığının ne kadarının fazla olduğu gibi soruları, gerçek ile efsaneyi birbirinden ayırarak ele alacağız. Bu sorulardan yola çıkarak, dokunma kaynaklı acı ve keyiften, stresin cilt üzerindeki etkilerine kadar, deriyle zihni birbirine bağlayan merak uyandırıcı konuları inceleyeceğiz.
Deri ile zihin yakın arkadaştır ve başka hiçbir organ psikolojik açıdan bu denli önem taşımaz. Derimizin başkaları tarafından nasıl algılandığı –veya buna ilişkin kendi fikrimiz– zihinsel sağlığımızı etkileyebilir. Dış yüzeyimize yaptığımız yolculuğun son kısmında, deriyi toplumsal bağlamda ele alacağız. Deri bizi birleştirir: İnsan, başkalarıyla iletişim kurmak için deriyi kalıcı olarak işaretleyen ve dövme yapan tek canlıdır. Öte yandan, deri bizi ayırır: Deri rengi ve “kirletici” cilt hastalıkları toplumları bölerek, insanlık tarihinin gidişatını değiştirmiştir. Sonuç olarak, insan derisi fiziksel varlığının çok ötesindeki etkileriyle felsefe, din ve dil üzerinde iz bırakmıştır.
Kitabı buradan satın alabilirsiniz.
Hepimiz organ nakli ameliyatlarını modern çağın mucizeleri olarak görmeye meyilliyizdir ama bu ameliyatlar çok eski çağlara kadar uzanıyor. Paul Craddock Yedek Parça kitabında bizi, 16. yüzyıla dek uzanan şaşırtıcı bir yolculuğa çıkarıyor; ilk deri greftlerinden modern organ nakillerine varan bir tarihi gözler önüne seriyor. Üstelik başrolde sadece doktorlar yok; sanatçılar, berberler ve filozoflar da var.
İnsanlık, var olduğu günden bu yana en ilkel korkularından biriyle, ölüm korkusuyla mücadele ediyor. Ruhunu ve vücudunu zaman karşısında dik tutabilmek için çabalayıp duruyor. Bu yüzden de eski zamanlardan bu yana tıp dünyası insan vücudunu tedavi etmek için yeni yöntemler geliştiriyor.
Organ nakli de bu yöntemlerden biri. Belki de en önemlisi. 18. yüzyılda dişçiler neden yoksul çocukların dişlerini alıyordu? Berberler ve cerrahlar neden aynı hastalarla çalışıyordu? 17. yüzyılda ilk kan nakli kim tarafından, hangi yöntemle yapılmıştı? Kimi zaman eğlenceli kimi zaman üzücü tarihi hikâyelerle bezeli kitap, bize organ nakli geleceğinin sadece kim olduğumuz değil, ne olduğumuz ve ne olabileceğimizle ilgili sorulara bağlı olduğunu da gösteriyor.
Kitabı buradan satın alabilirsiniz.
İleri düzeyde gelişmiş yapay zekalar insan ırkını yok etmeye kalkıştığında, gerçekleşen katliamla havayı taze kan ve yanan bedenlerin pis kokusu sarar. Bu musibetin gerçekleşmemesi için bir bilim insanı son çare geçmişten günümüze kalan bir antikaya başvurur.
Bundan yüz yıl öncesinde yapay zekalar çoktan toplumun bir parçası haline gelmiş, kendilerine verilen belirli görevleri yerine getirmeye programlanmıştır. Her yapay zekanın yerine getirmesi gereken tek bir görevi vardır. İlk otonom yapay zeka olan Vivy, sesiyle insanları mutlu etmeyi kendine amaç edinmiş bir sokak şarkıcısıdır. Doğru düzgün dinleyicisinin olmadığı bir eğlence parkında, şarkılarını yürekten söylemeye çabalıyor, bunu her gün tekrarlıyordur. Ta ki bir gün gelecekten gelen ileri düzey bir yapay zeka karşısına çıkıp da yüz yıl sonra gerçekleşecek yıkıcı savaşı durdurması için onun yardımını isteyene kadar. Dünyasını darmaduman edecek olan bu bilgiyi sindiremeden kendisini yaklaşmakta olan kanlı geleceği engellemek üzere yüzyıllık bir yolculuğun içinde bulur.
Vivy’nin hikayesi, çoğu kişinin Attack on Titan serisiyle tanıdığı Wit Studio’dan çıkma. Çizimleri, karakterlerin işlenişi, müzikleri, kısacası her şeyiyle insanı derinden etkileyen bir yapım. Bir şeyi yürekten yapmanın ne demek olduğu sorusuna cevap arayıp duruyorsunuz. Bugünlerde yapay zekanın geleceğimizi nasıl etkileyeceğini sorup duruyoruz kendimize. 13 bölümlük bu yapım olasılıklardan birini işliyor işte. İlk bölümü buradan izleyebilirsiniz.