Sally Rooney şu sıralar 'İntermezzo' ile ortalığı yıkıp geçiyor. Can Yayınları yazarın ilk romanı 'Arkadaşlarla Sohbetler'i yayımlayarak sürpriz yaptı. Rooney'in yeni neslin Salinger'i olarak fenomene dönüşmesinin yolunu açan romandan tadımlık...
Kendi kuşağının en önemli yazarlarından biri kabul edilen İrlandalı yazar Sally Rooney, şu sıralar son romanı ‘İntermezzo’ ile tüm dünyada ortalığı kasıp kavuruyor. Dünyayla aynı anda Türkçede de okurla buluşan ve eleştirmenler tarafından ‘başyapıt’ olarak nitelendirilen ‘İntermezzo’, Türkiye’de de hayli ilgi gördü ve kısa sürede dört baskı yaparak yaklaşık 5 bin kopya sattı. Can Yayınları, şimdi okurlara sürpriz yaparak yıllar önce Monokl Yayınları’nda çıkan ve baskısı bulunmayan Sally Rooney’in ilk romanı ‘Arkadaşlarla Sohbetler’i yepyeni, Utku Lomlu imzalı nefis kapağıyla yeniden yayımladı.
İrlandalı yazar, sürükleyici bir dille kaleme aldığı ilk romanında büyümeyi ve ilişkilerin sonsuz karmaşıklığını ele alıyor. Kimlik ve iletişimin derinliklerine inerek aslında kim olduğumuz ile kendimizi kim olarak sunduğumuz arasındaki uçurumu irdeliyor. Masumiyetin işleyişi, sadakatsizliğin etkisi ve özgür iradenin aslında bir yanılsamaya dönüşebileceğiyle ilgili bağımlılık yaratan etkisiyle ‘Arkadaşlarla Sohbetler’, Rooney’yi kendi kuşağının en umut verici ve güçlü seslerinden biri haline getirdi, “Snapchat kuşağının Salinger’ı” olarak fenomene dönüşmesinin yolunu açtı.
İki üniversite öğrencisi Frances ve Bobbi’nin Dublin’deki bir edebiyat gecesinde çekici yazar Melissa’yla tanışmasını ve yavaş yavaş onun dünyasına çekilmesini konu alan ‘Arkadaşlarla Sohbetler’, modern aşklara ve arkadaşlıklara dair etkileyici bir roman. Geçmişte çift olan bu iki üniversite öğrencisi, Melissa ve onun otuzlu yaşlarındaki kocası Nick’ten etkilenecek ve dördünün karmaşık bir ilişki ağına dönüşen yakınlıkları, sonunda acı veren bir hal alacaktır.
BBC ortaklığında dizi olarak da izleyiciyle buluşan ‘Arkadaşlarla Sohbetler’, dünyada ilk yayımlandığında Rooney, ‘Snapchat neslinin Salinger’i’ olarak anılmış, Sunday Times tarafından Yılın Yazarı Ödülü’ne değer görülmüştü.
Sally Rooney’in tüm kitapları -‘İntermezzo’, ‘Güzel Dünya, Neredesin?’, ‘Normal İnsanlar’, ‘Arkadaşlarla Sohbetler’- Türkiye’de Can Yayınları tarafından yayımlanıyor.
‘Arkadaşlarla Sohbetler’den tadımlık bir bölüm sunuyoruz.
“Kriz dönemlerinde hepimiz kimleri sevdiğimize
tekrar tekrar karar vermeliyiz.” Frank O’Hara
Bobbi’yle ben, Melissa’yla ilk kez şehir merkezinde, birlikte şiir okuduğumuz bir şiir gecesinde tanıştık. Melissa dışarıda fotoğrafımızı çekti: Bobbi sigara içiyordu, ben de sanki bileğimin benden kaçmasından korkarmış gibi, sıkılgan bir ifadeyle sağ elimle sol bileğimi tutuyordum. Melissa büyük, profesyonel bir fotoğraf makinesi kullanıyor ve özel bir fotoğraf çantasında birçok farklı lens taşıyordu. Fotoğrafları çekerken sigara içip lafladı. Performansımızdan bahsetti, biz de onun internette rastladığımız işlerinden bahsettik. Gece yarısı gibi bar kapandı. Tam yağmur başlıyordu ki Melissa bizi bir şeyler içmek üzere evine davet etti.
Bir taksinin arka koltuğuna doluşup, kemerlerimizi bağlamaya giriştik. Bobbi ortada oturuyordu ve başı, konuşmakta olduğu Melissa’ya dönüktü, dolayısıyla onun ensesini ve küçük, kaşığa benzeyen kulağını görebiliyordum. Melissa şoföre Monkstown’da bir adres verdi ve ben dönüp pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Radyoda bir ses, “seksenler… pop… klasikler” kelimelerini söyledi. Sonra bir jenerik müziği çaldı. Heyecanlıydım, yabancı birinin evini ziyaret etme sınavına hazırdım, sempatik görünmek için belli bazı iltifatlar ve yüz ifadeleri hazırlamaya koyulmuştum bile.
Yanında bir çınar ağacı bulunan, ateş tuğladan yapılmış yarı müstakil bir evdi. Sokak lambasının ışığında çınarın yaprakları turuncu ve yapay görünüyordu. Başka insanların evlerinin içini görmeye bayılıyordum, özellikle de Melissa gibi az biraz ünlü olanlarınkileri. O an eviyle ilgili her şeyi aklımda tutmaya karar verdim; böylece diğer arkadaşlarımıza anlatabilirdim, Bobbi de teyit ederdi.
İçeri girdiğimizde küçük, kırmızı, spaniel cinsi bir köpek koridordan koşturarak gelip bize havlamaya başladı. Koridor sıcaktı ve ışıkları yanıyordu. Kapının yanında, üzerine bir yığın bozuk para, bir saç fırçası ve kapağı açık bir ruj bırakılmış olan alçak bir sehpa vardı. Merdivenin üzerinde bir Modigliani baskısı asılıydı – arkasına yaslanan çıplak bir kadın. Koskoca bir ev bu, diye düşündüm. Bir aile bile oturabilir burada.
Melissa koridorun öbür ucuna doğru: Misafirlerimiz var, diye seslendi.
Kimse ortaya çıkmayınca biz de onun peşinden mutfağa girdik. Olgun meyvelerle dolu koyu renkli ahşap bir kâse gördüğümü ve camdan bir kış bahçesinin gözüme çarptığını hatırlıyorum. Zengin insanlar, dedim kendi kendime. O zamanlar sürekli zenginleri düşünüyordum. Köpek bizi mutfağa kadar takip etmişti ve ayakaltında dolaşarak hırıltılarla soluyordu ama Melissa köpekle ilgili hiçbir şey söylemeyince biz de ağzımızı açmadık.
Şarap? dedi Melissa. Beyaz mı kırmızı mı?
Kocaman, kâse boyutunda kadehlere şarap koydu ve alçak bir masanın etrafına oturduk. Melissa bize birlikte serbest şiir dinletilerinde sahne almaya nasıl başladığımızı sordu. İkimiz de henüz üniversitenin üçüncü yılını yeni bitirmiştik ama liseden beri birlikte şiir okumaları yapıyorduk. O dönemin sınavları bitmişti. Mayısın sonlarıydı.
Melissa fotoğraf makinesini masanın üstüne koymuştu ve ara sıra kaldırıp bir fotoğraf çekiyor ve “işkolik” olduğunu söyleyerek gülüyordu. Bir sigara yakıp külünü kitsch görünümlü camdan bir kül tablasına silkti. Normalde içeride sigara içip içmediğini merak ettim çünkü ev hiç duman kokmuyordu.
Yeni arkadaşlar edindim, dedi.
Kocası mutfağın girişinde duruyordu. Elini kaldırıp bize selam vermesiyle birlikte köpek ciyaklamaya, inlemeye ve daireler çizmeye başladı.
Melissa bizi göstererek: Bu Frances, bu da Bobbi, dedi. İkisi de şair.
Kocası buzdolabından bir şişe bira çıkarıp tezgâhın üzerinde açtı.
Gel bizimle otur, dedi Melissa.
Çok isterdim, dedi, ama şu uçuştan önce biraz uyusam iyi olur.
Köpek, adamın yakınındaki bir sandalyenin üzerine sıçrayınca adam kayıtsızca uzanıp kafasına dokundu. Melissa’ya köpeği besleyip beslemediğini sordu, o da hayır dedi. Köpeği kucağına alıp boynunu ve çenesini yalamasına izin verdi. Onu besleyeceğini söyleyerek mutfak kapısından çıktı.
Nick’in yarın sabah Cardiff’te çekimi var, dedi Melissa.
Kocasının oyuncu olduğunu zaten biliyorduk. Sıklıkla Melissa’yla birlikte etkinliklerde görüntüleniyorlardı ve arkadaşlarımızın arkadaşlarından bazıları onlarla tanışmıştı. Adamın büyük, yakışıklı bir yüzü vardı ve bir koluyla Melissa’yı kaldırıp diğeriyle de davetsiz misafirleri rahatça savuşturabilirmiş gibi görünüyordu.
Çok uzun boylu, dedi Bobbi.
Melissa, “uzun boylu” ifadesi, nahoş olan başka bir şeyin üstü örtülü söylenişiymişçesine gülümsedi. Sohbet ilerledi. Hükümet ve Katolik Kilisesi üzerine kısa bir tartışmaya girdik. Melissa bize dindar olup olmadığımızı sordu ve değiliz dedik. Cenaze ve düğün gibi dinî olayları “bir nevi sakinleştirici ilaç gibi rahatlatıcı” bulduğunu söyledi. Komünal bir tarafları var, dedi. Dolayısıyla nevrotik bireycilere hoş gelebiliyor. Bir de ben rahibe okuluna gittim, o yüzden duaların çoğu hâlâ ezberimdedir.
Biz de rahibe okuluna gittik, dedi Bobbi. Birtakım sorunları beraberinde getirdi.
Melissa sırıttı ve, ne gibi? dedi.
Şöyle ki, ben lezbiyenim, dedi Bobbi. Frances de komünist.
Ayrıca ben duaların hiçbirini hatırladığımı sanmıyorum, dedim.
Uzunca bir süre konuştuk ve içtik. Hayranlık duyduğumuz bir şair olan Patricia Lockwood ve Bobbi’nin aşağılayıcı biçimde “ücret eşitsizliği feminizmi” diye tabir ettiği şey hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum. Yorulmaya ve hafiften sarhoş olmaya başlamıştım. Söyleyecek nüktedan bir şey bulamıyor, yüzümü espri anlayışımı aktarabilecek bir şekle sokmakta zorlanıyordum. Sanırım bol bol güldüm ve başımı salladım. Melissa bize yeni bir deneme kitabı üzerinde çalıştığını söyledi. Bobbi ilkini okumuştu ama ben okumamıştım.
İlki çok iyi değil, dedi Melissa bana. İkincinin çıkmasını bekle.
Saat üç gibi bizi misafir odasına yönlendirip tanıştığına ne kadar memnun olduğunu ve kaldığımız için ne kadar mutlu olduğunu söyledi. Yatağa girdiğimizde tavana bakıp kendimi çok sarhoş hissettim. Oda kısa ve ardışık turlar atarak devamlı dönüyordu. Gözlerim tam bir tura alışıyordu ki diğeri başlıyordu. Bobbi’ye onun da benzer bir problem yaşayıp yaşamadığını sordum ama hayır dedi.
İnanılmaz biri, değil mi? dedi Bobbi. Melissa yani.
Sevdim ben de, dedim.
Melissa’nın koridordan gelen sesini ve onu odadan odaya götüren ayak seslerini duyabiliyorduk. Bir sefer köpek havladığında bir bağırtısını, ardından da kocasının sesini duyar gibi olduk. Ama sonrasında uyuyakaldık. Kocasının gidişini duymadık.
* * *
Bobbi’yle ortaokulda tanışmıştık. O zamanlar Bobbi çok dik başlıydı ve okulumuzun “eğitim ve öğretime engel olmak” adını verdiği bir davranış suçundan sık sık ceza alırdı. On altı yaşındayken burnunu deldirip sigaraya başlamıştı. Onu kimse sevmezdi. Bir sefer çarmıha gerilmiş İsa’nın alçıdan bir heykelinin yanındaki duvara “ataerkiyi sikeyim” yazdığı için geçici uzaklaştırma aldı. Bu olayın etrafında bir dayanışma duygusu oluşmadı. Bobbi’nin derdinin gösteriş olduğu düşünüldü. Ben dahi kabul etmeliydim ki onun uzaklaştırıldığı hafta eğitim ve öğretim görece çok daha sorunsuz geçmişti.
On yedi yaşındayken, bir kısmı kırık bir disko topunun tavana ve parmaklıklı pencerelere ışık saçtığı okul toplantı salonunda bağış toplamak adına düzenlenen bir dans etkinliğine katılmamız gerekmişti. Bobbi tiril tiril bir elbise giymişti ve saçları taranmamış görünüyordu. Işıltılı bir albenisi vardı, bu yüzden ona ilgi göstermemek için herkesin hayli uğraşması gerekiyordu. Ona elbisesini sevdiğimi söyledim. Bana kola şişesinden içmekte olduğu votkadan verdi ve okulun geri kalanının kilitli olup olmadığını sordu. Arka merdivene çıkan kapıyı denediğimizde açık olduğunu gördük. Bütün ışıklar kapalıydı ve yukarıda kimse yoktu. Aşağıdan döşemeleri titreten müziği duyabiliyorduk; tıpkı başkasına ait bir telefonun zil sesi gibi. Bobbi bana votkasından biraz daha verip kızlardan hoşlanıp hoşlanmadığımı sordu. Onun yanında umursamaz davranmak çok kolaydı. Tabii, dedim sadece.
Bobbi’nin kız arkadaşı olarak kimsenin sadakatine ihanet etmiyordum. Yakın arkadaşım yoktu ve öğle aralarında tek başıma okul kütüphanesinde ders kitapları okurdum. Diğer kızları severdim, ödevlerimden kopya çekmelerine izin verirdim ama yalnızdım ve gerçek arkadaşlığa layık değilmişim gibi hissederdim. Kendimle ilgili iyileştirmem gereken şeylerin listesini yapardım. Bobbi’yle çıkmaya başladıktan sonraysa her şey değişti. Artık kimse ödevlerimi istemiyordu. Öğle aralarında el ele tutuşarak otoparkta yürüyüş yapıyorduk ve insanlar sırf kötülüğüne bizden gözlerini kaçırıyordu. Eğlenceliydi; gerçek eğlenceyi ilk tadışımdı.
Okul sonraları onun odasında uzanıp müzik dinler ve birbirimizden neden hoşlandığımızı konuşurduk. Bunlar uzun ve hararetli konuşmalardı ve bana o kadar önemli gelirlerdi ki akşamları bazı kısımlarını hatırımda kaldıkları kadarıyla gizlice kâğıda dökerdim. Bobbi benim hakkımda konuştuğunda kendimi ilk kez aynada görüyormuşum gibi gelirdi. Gerçek aynalara da daha çok bakıyordum artık. Daha önce hiç yapmadığım bir şekilde, yüzüm ve vücudumla yakından ilgilenmeye başlamıştım. Bobbi’ye, bacaklarım uzun mu? Kısa mı yoksa? gibi sorular soruyordum.
Okulumuzun mezuniyet töreninde birlikte bir şiir okuma performansı gerçekleştirdik. Velilerin bazıları ağladı ama sınıf arkadaşlarımız toplantı odasının pencerelerinden dışarı bakmak ve sessizce aralarında konuşmakla yetindiler. Birkaç ay sonra, birlikte olduğumuz bir seneyi aşkın bir sürenin ardından Bobbi’yle ayrıldık.