Fatih’te maymun firarda
RNA'ların farklı türler arasında evrensel bir dil olarak kullanıldığını biliyor muydunuz? Kimi zaman tehdide karşı uyaran bu ulaklar, yeri geldiğinde türler arası bilgi savaşını tetikleyebiliyor. Bültenimizde bu hafta ilginç başka gelişmeler de var.
Herkese merhaba. Yine bir haftayı birlikte kapatıyoruz. Geçen hafta demiştim ya, her gelen hafta öncekinden daha beter bir şeyle sınanıyoruz diye. Sur cinayetinin etkisinden daha çıkamamışken bu hafta da gündemimiz yenidoğan çetesi oldu. Biz sistemdeki bozuklukları tartışırken dünyanın başka yerlerinde yeni bilimsel çalışmalara imza atıldı, dünya dışında yaşama hazırlık niteliğinde fırlatmalar yapıldı, yeri geldi uzay teleskoplarının objektifleri dünyadaki hengameden uzakta kendi halinde dönen gezegenlere çevrildi. Türkiye gündeminden kafanızı kaldıramadıysanız üzülmeyin, bu haftanın kısa özeti karşınızda:
Dünya aslında güzel yer, savaşlar, cinayetler, aç gözlü ve kötü niyetli insanlar olmadığında. Gerçi açgözlülüğümüz olmasa bugün bilim insanları gözünü başka dünyalara çeviremezdi. Biraz önce de dedim ya başka dünyalarda yaşama hazırlık için birtakım fırlatmalar yapıldı diye. Bunlardan biri Starship’in uçuş denemesiydi. Bir gün Ay’da ve hatta Mars’ta koloni oluşturabilmek için gerekli şeylerden biri de çok fazla yük taşıyabilen bir uzay aracı. Starship şimdiye kadarki en büyük uzay roketi ve SpaceX bu roketi ha bire yapmak yerine tekrar tekrar kullanarak maliyeti kısmak istiyor. İşte bu haftaki fırlatmada yeni ‘chopstick’ kolları deneyerek bu amacına başarıyla ulaştı. Nedir bu chopstick yöntemi derseniz, sizi görselli anlatım için haberimize bekliyoruz.
Gözümüzü uzaya diktiğimiz başka bir an da Europa Clipper’ı Jüpiter’in uydusu Europa’ya hem su hem de yaşam izini aramaya uğurladığımız andı. Uğurlamak diyorum çünkü Clipper’ın yolculuğu uzun: Jüpiter’e ancak altı yıl sonra ulaşabilecek. Öte yandan bazı görevler fırlatıldıktan kısa süre sonra sonuçlar vermeye başlıyor. Örneğin geçen yıl fırlatılan Euclid uzay teleskobu. Evrenin şimdiye kadar yapılmış en büyük üç boyutlu haritası olacak uzay haritasının ilk sayfasını ortaya çıkardı. İlk sayfası diyoruz çünkü daha haritalandırması gereken 99 sayfası var.
Biraz da nükleer enerji konuşalım. Hep fosil yakıtlar tamamen bitsin diyoruz ya, fosil yakıtların yerini ne güneş ne de rüzgar enerjisi tam olarak alabilir. Hava durumuna bağlı olan bir sistemden bahsediyoruz sonuçta. Dünyada enerjiye talep bu kadar fazlayken fosil yakıtlar yerine kullanılması en mantıklı olacak enerji türü nükleer. Tabii denetimlerini dikkatli yapmak şartıyla. Bunu bültenimizde daha önce de yazmıştık, yapay zeka teknoloji şirketlerini enerjiye öyle bir muhtaç etti ki bu şirketler gözünü nükleer enerjiye çevirmek zorunda kaldı. Bu hafta art arda nükleer enerji haberleri geldi. Önce Google, sonra Amazon‘un nükleer santral hamleleri geldi. Türkiye bu konuda da mı geç kalacak, diye endişeleniyor olabilirsiniz. Ama yeni nesil küçük ve modüler nükleer santrallara sahip olmak için mevzuat değişikliği çalışmasına başlanmış bile.
Ben konuşmaya başlayınca susamıyorum. Son olarak bu haftanın benim için favori yazısını buraya bırakıyorum: Dominique Pélicot eşini başka erkeklere tecavüz ettirmek için 10 yıl boyunca uyuturken tecavüzcüleri bulmak için bir sohbet sitesini kullandı. Avrupalı yetkililerin kapattırdığı bu site yıllarca cinayet dahil 23 binden fazla suça aracı oldu. O sitenin anatomisiyle karşınızdayız. Geri kalan bilim haberleri için de sizi kategorimize davet ediyorum.
Bültenimize başlama vaktimiz geldi!
RNA molekülleri için dünya tehlikeli bir yer. Kararlı ve çift sarmallı yapısıyla milyonlarca yıl hayatta kalabilen DNA’nın aksine RNA, kendisini oluşturan hücre içinde bile uzun süre dayanamayacak bir yapıya sahip. Kendinden daha büyük bir moleküle bağlanamazsa dakikalar, hatta saniyeler içinde bozulabilir. RNA’yı yok edebilecek enzimler kol gezerken hücre dışında hayatta kalabileceğini aklınızdan bile geçirmeyin. Böyle bir şey ancak koruyucu bir balonun içinde yolculuk ederse mümkün olabilir.
Araştırmacılar hücrelerin, hücre dışı vezikül olarak adlandırılan ve bozunmuş RNA, protein ve diğer molekülleri taşıyan hücre zarı baloncukları saldığını biliyor. Ama bu baloncuklar keşfedildiğinde araştırmacılar için çöpleri hücre dışına çıkaran bir torbadan fazlası değildi. 2000’li yılların başında Göteborg Üniversitesi’nde moleküler biyolog Hadi Valadi’nin yürüttüğü deneyler, bazı veziküllerin içindeki RNA’nın hiç de çöp gibi görünmediğini ortaya çıkardı. Bir kere bu veziküllerdeki RNA dizilerinin yapısı, hücre içindekilerden çok farklı, sağlam ve işlevseldi. Valadi’nin ekibi, insan hücrelerini fare hücrelerinden gelen veziküllere maruz bıraktığında, insan hücrelerinin fare hücrelerinden gelen RNA mesajlarını alıp okuyarak normalde üretemeyecekleri işlevsel proteinler ürettiklerini gözlemlediler.
Peki buradan ne gibi bir sonuç çıkarmak gerekiyordu? Valadi, hücrelerin türü fark etmeksizin hücreleri tehlikelere karşı uyarmak, bir nevi iletişim kurmak için RNA dizilerini veziküllere koyduğu sonucuna vardı. O zamandan bu yana gen haritası çıkarma teknolojisindeki gelişmeler sayesinde Valadi’nin teorisini destekleyici çalışmalara imza atıldı. Ayrıca veziküllerin karmaşık RNA kombinasyonlarıyla dolu olduğu da bu çalışmalarla fark edildi. RNA dizilimleri, kendilerini üreten hücre hakkında ayrıntılı bilgi içerebileceği gibi, alıcı hücrelerde belli etkileri tetikleyebilirdi de. Bu bulgular nedeniyle bazı araştırmacılar RNA’nın hücreler arası evrensel bir dil olabileceği ve yaşam ağacımızdaki farklı türlere bile anlaşılabilir mesajlar iletebileceğini düşünmeye başladı.
Yapılan yeni araştırmalar bu hikayenin başka katmanlarını gözler önüne seriyor. Mesela bakteriler, ökaryot hücreler ve arkeler de birbirleriyle veziküllü RNA alışverişi yapıyor. Bu da RNA’ların mesaj alışverişinin her üç yaşam türünde de geçerli olduğunu gösteriyor. Başka bir çalışma bitkilerin ve onlara hastalık bulaştıran mantarların, zararlı RNA baloncuklarını bilgi savaşının bir parçası olarak kullandığını gösteriyor. Bunu da şöyle yapıyorlar: Diyelim ki bitki hücresi, mantar hücresinden gelen RNA baloncuğunu okuyor ve gelen bilgiye kanarak kendi moleküler yapısıyla aslında kendisine zarar verecek proteinler üretebiliyor. Aynı şeyi bitkiler de mantarlara yapabilir. Yani burada bilgilerin savaşından bahsedebiliriz.
🤓Annie Melchor’un Quanta Magazine’de bu konuyu enine boyuna işlediği yazıyı da buraya bırakıyorum.
Gözbebeklerini dolduran ve yuvarlak şeklini koruyan jel benzeri bir sıvı olan vitreus, yaşlandıkça retinadan uzaklaşarak küçülüyor ve bu bazen makulada yırtığa neden oluyor. Retinanın merkezinde bulunan makula, gözün en aktif kısmı. Merkezi görmeyi ve ışığı işlemeden sorumlu. Makula yırtıkları görüşün bulanıklaşmasına ve zamanla azalmasına neden oluyor. Sorunu düzeltmeye kalkışınca da çevresel görüş kaybı gibi bir sorun doğuyor. Doktorlar normalde makula yırtıklarını tedavi etmek için retinanın dış kısmındaki hücreleri orta kısma aktarıyor. Oysa gözün dış kısımlarından hücre çalmak, periferik görme boşlukları yaratan bir şey. Bu da ana odağımızda olmayan, daha çok arka planda kalan objeleri ve hareketleri algılayamamak anlamına geliyor.
Japonya’daki Kobe Göz Hastanesi’nde Miçiko Mandai’nin yönettiği bir ekip, yaşlanmayla bağlantılı olarak gözde görülen maküler yırtık sorunu çözmeye çalıştı. Çözüm yolları da kök hücrelerden geçiyordu. Kök hücreler, makula yırtığını gözde bulunan hücrelerle yamamak yerine yeni hücreler ekleme imkanı tanıyor çünkü. Bilim insanları çalışmaları için insan embriyosundan aldıkları öncül retina hücresi tabakasını büyüterek işe koyuldular. Daha sonra bu kök hücreyi bir maymunun retinasındaki yırtığı yamamak için kullandılar.
Altı ay sonra maymunun görme yetisini yeniden test eden bilim insanları, hayvanın görüşünü yeniden kazandığını gördüler. Ancak bu çalışmada birtakım etik sorunlar var. Deneyde kullanılan maymunun gözü kök hücre tedavisinin işe yarayıp yaramadığını görmek için çıkarılmıştı. Bu sırada bilim insanları çıkarılan gözde retinanın yeni görme hücreleri ürettiğini fark ettiler. Ancak bu hücrelerin kök hücrelerden mi yoksa maymunun kendi retinasından mı kaynaklandığı bilinmiyor.
🔭NASA’nın emektar uzay teleskobu Hubble ile New Horizons uzay aracı, Güneş Sistemi’nin en soğuk gezegeni Uranüs’ün yeni bir görüntüsünü yakaladı. Bunun için Hubble objektifini 2,7 milyar km, New Horizons da 10,5 milyar km uzaktan Uranüs’e çevirdi. İşte karşınızda iki farklı Satürn 👇
🌚Saat dilimleri önemlidir çünkü örneğin Türkiye’de akşam altıyken Güney Kore’de gece yarısı olduğunu bilmemizi kolaylaştırır. Ne var ki Ay’da saatin kaç olduğunu bilmiyoruz. Oysa Ay için de bir saat dilimi olsa oradaki görevleri planlarken hassas hesaplamalar yapmak çok daha kolay olur. İşte bu nedenle NASA, Eşgüdümlü Ay Zamanı (LTC) üstünde çalışmaya başladı. Ajansa göre LTC ile yapmak istedikleri şey, dünyada saatleri düzenleyen küresel zaman standardı olan Eşgüdümlü Evrensel Zaman’a (UTC) benzer bir standartlaştırma uygulamak. UTC, dünyadaki atom saatlerinin ortalamasıyla belirleniyor. LTC de Ay’daki atom saatlerinin ağırlıklı ortalamasıyla belirlenecek.
⌛Dışarıdan bakınca kolay bir işmiş gibi gelebilir bu. Ama yerçekimi ve hızdaki farklılıklar nedeniyle Dünya’daki bir saniye Ay’ın bir saniyesinden çok daha hızlı geçiyor. Bilim insanları bu etkiye zaman genişlemesi diyor ve aradaki zaman farkı günde yaklaşık 56 mikrosaniyeye, yılda da 20 bin mikrosaniyenin biraz üstüne çıkıyor. Zamandaki bu değişimi insanlar algılayamasa da uzay çalışmaları için önemli bir detay. NASA aradaki bu zaman farkının gelecekteki görevleri tehlikeye atabileceğini düşünüyor. Bilim insanları şu anda sorunun üstünde çalışıyor ama önlerinde kendilerini sıkıştıran bir süre var. Beyaz Saray 31 Aralık 2026’ya kadar Ay’ın zaman diliminin belirlenmesini istiyor.
🦁İki aslan 1898 yılında Kenya’daki bir kampı defalarca basarak en az 28 kişinin ölümüne neden oldu. Adı çıkan bu “Tsavo insan yiyicileri” öldürüldü ve kalıntıları Chicago’daki Field Doğa Tarihi Müzesi’nde sergilendi. Tsavo aslanları öleli bir asrı aşkın süre geçmiş olsa da teknolojinin de ilerlemesi sayesinde dişlerinin arasına sıkışmış kıllardan onlar hakkında çok daha fazla şey öğreniyoruz. Mesela üzerlerinde yapılan genetik araştırmalar bu iki aslanın muhtemelen kardeş olduklarını gösteriyor. Bu iki aslan bugün Tsavo bölgesinde yaşayan aslanlar gibi yelesizlerdi. Dişlerinin arasındaki kalıntılar neler yediklerini de gözler önüne serdi. İnsanlar dışında zürafa, antilop, su geyiği, antilop ve zebra da menülerinde olan canlılardı. İyi güzel ama bu listede tuhaf olan bir şey var: Antilop o bölgede görülen bir hayvan değil. Aslanların öldürüldüğü yere en yakın antiloplar bugün 80 kilometre uzakta. Bilim insanlarına göre ya Tsavo aslanları düşündüğümüzden daha uzağa seyahat ediyordu ya da antiloplar o zamanlar gerçekten de bölgede vardı.
📽️İzleme önerisi: Stephen Hopkins’in yönettiği 1997 yapımı The Ghost and the Darkness bu aslanların hikayesini anlatıyor.
🪩Break dansçılar yerçekimine meydan okuyan dans hareketleriyle bizi cezbederler. Ancak bu meydan okuma yanında bir bedeli de getirebiliyor: Kafanın üstünde ağrı yapan kocaman bir şişlik. 30’lu yaşlarının başındaki Danimarkalı bir break dansçıya da olan tam olarak buydu. Yaklaşık 20 yıl boyunca kafasının üstünde dönen Danimarkalının başında giderek büyüyen şişlik öyle rahatsız edici boyutlara gelmişti ki adamcağız bunu şapka takarak gizlemeye çalışmaya başlamıştı. Aslında break dansçılar, bu durumun uzun zamandır farkında olsa da doktorlar ilk kez Danimarkalı hastayla bu soruna dikkat etti. Şimdi gelelim Danimarkalıda bu şişliğin nasıl oluştuğuna… Böyle bir şişlik kafa derisi ve zemin arasında tekrarlayan sürtünme sonucu oluşuyor. Danimarkalı dansçı da 19 yıl boyunca hep kafa üstünde dönme hareketleri yapmış. Haftada beş kez 1,5 saat süren antrenmanlar yapan adam, her seferinde iki ila yedi dakika başının üstünde dönüyormuş. Bunun sonucunda da iki buçuk santimlik bu şişlik oluşmuş. Danimarkalı dansçıyı soracak olursanız şişliğin büyük ölçüde indiğini ve artık şapkasız dışarı çıkabildiğini söylüyor.
🕸️Örümcek Adam izleyerek büyüyen her çocuk ağ fırlatarak havada süzülmenin, kötü adamları yakalamanın nasıl bir his olduğunu merak etmiştir. Şimdi Tufts Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, kendi ağırlığının 80 katını kaldırabilen bir ağ üreterek çocukluk fantezilerini gerçeğe dönüştürdü. Hem de çok basit. Şırıngadan fışkıran akışkan malzeme ip gibi katılaşarak nesnelere yapışıp kaldırabiliyor. Tufts Üniversitesi’nin Silklab’inde üretilen bu yapışkan ağlar, ipekböceği güvesi kozalarından elde ediliyor. Araştırmacılar kozaları bir çözelti içinde kaynatıp fibroin olarak bilinen proteinlerine ayırıyor. Bu fibroin çözeltisi, ince şırıngalardan geçirilerek akışkan hale getiriliyor. Doğru katkı maddeleri de eklenince akışkan, havaya maruz kaldığında katılaşarak güçleniyor. Aşağıdaki videodan nasıl bir şey olduğunu görebilirsiniz.
Fiziksel evrenimiz aslında bilinç tarafından var olduğu düşünülen sanal bir simülasyon mu? Ünlü astrofizikçi ve bir numaralı çok satan yazar Bernard Haisch bilimin bilincin ve Tanrı’nın sınırlarını araştırarak evren ve her şeyin ardında ne olduğuna dair anlayışımızda devrim yaratıyor.
Etrafınızdaki dünyanın neden ve nasıl var olduğunu ve fiziksel beden öldükten sonra sizi bekleyen başka bir deneyim olup olmadığını hiç merak ettiniz mi? Gerçekten bir Tanrı ve bir tür cennet olabilir mi? Bilinç olmadan hiçbir şey olmaz. Bu kitapta sunulan hipotez görünüşte fiziksel olan madde ve enerji evrenimizin Tanrı dediğimiz evrensel bir bilinç tarafından var edildiği düşünülen sanal bir simülasyon olduğudur. Yazarlar Bernard Haisch ve Marsha Sims aşağıdaki gibi asırlık metafizik soruları ele almaktadır:
Ölüme yakın deneyimler gerçek midir?
Sıfır noktası alanı nedir?
Tanrı ne tür bir varlık olabilir?
Tanrı’nın gelmiş olabileceği bir yer var mıdır?
Büyük Patlama bu konuda nasıl bir rol oynuyor?
Ölümden sonra bir yaşam var mı ve nasıl bir şey olabilir?
Yaşamın amacı nedir?
Var olan tek şey bilinç midir?
Evren sanal bir gerçeklik midir?
Cehennem neden imkansızdır?
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
Kendine özgü yaşam ritüellerini bir potada eritebilen gerçeklik: Ölüm!
Kimine göre bir son, kimine göre bir başlangıç…
Ölümde iki şey başımıza gelebilir: Ya kişi yok olur tüm algılarını bir hiçlik denizinde yitirir ya da birçok insanın inandığı gibi bu bir değişimdir, ruhun başka bir diyara göçüdür. O diğer dünyaya Orpheus, Musaeus, Hesiod ve Homeros’la sohbet etmek için kim gitmek istemez ki?
Ayinler, hayaletler arası evlilikler, mumyalama teknikleri, ölüm maskeleri, mezar hediyeleri, defin eğlenceleri ve birbirinden enteresan bakış açılarıyla serinin son kitabı Ölümün Tarihi, insan bedeniyle vedalaşma imtihanına ışık tutuyor.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.
Mutsuzluk, bir psikolojik bozukluk, bir hastalık değil beynimizin normal halidir. Ancak ilaç sanayi, medya, sağlık sistemi, terapistler genellikle mutluluğun “normal”, mutsuzluğun ise anomali olduğunu söyler. Mutsuzluğun adeta bir hastalık gibi ele alınması ve benimsetilmesi sonucunda insanlar kendilerinde bir kusur olduğuna inanır ve doktorlara, uzmanlara başvurur.
Oysa beynimiz bizi hayatta tutmak, varlığı sürdürmek için tasarlanmıştır, bu nedenle daima tetikte, endişeli ve tedbirlidir. Mutluluk hormonları, yani dopamin, serotonin, oksitosin ve endorfin beynimiz tarafından hayatta kalmak için saklanır ve bu durum doğal olarak mutsuzluğa yol açar. Her an bedenimizde hazır bulunmak üzere üretilmeyen bu hormonlar gerektiğinde salgılanır ve sonra sahneden çekilirler.
Öyleyse nasıl mutlu olacağız, ne yapmamız gerekir? İşte bu sorulara cevap veriyor Dr. Loretta Graziano Breuning.
Nöro-kimyasal motivasyon sistemimizin nasıl daha çok “mutluluk hormonu” üretebileceğinin yollarını gösteren Breuning aynı zamanda doğal anti-depresan gücümüzü de keşfetmemizi sağlıyor.
👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.