İbrahim Turhan’dan Erdoğan’a yanıt: Ülkelerin batışı yoksullaşma ve enflasyonla olur
Eski Merkez Bankası Başkan Yardımcısı İbrahim Turhan 10 Haber için yazdı: Kılıçdaroğlu gibi geçmiş seçim zaferi kutlamalarının şaka figürü olarak kullanılan bir rakibe karşı yenilme olasılığı arttıkça Erdoğan’ın gerilimi de artacak.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ak Parti’nin lideri olarak on birinci seçimine giriyor. 2007’de, 2011’de ve 2017’de yapılan üç halkoylamasını ve -her ne kadar o dönemde teorik olarak AK Parti’nin Genel Başkanı olmasa da- Erdoğan’ın ön planda göründüğü 7 Haziran 2015 seçimlerini de sayarsak 14 Mayıs, Erdoğan’ın seçim sandığı ile son yirmi bir yıldaki on beşinci buluşması olacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimden hoşlanan bir siyasetçi. Sahada olmayı, kampanya yürütmeyi, kitlesel mitinglerde dinleyenleri coşturmayı seviyor. Hatta bunun çift taraflı bir etkileşim olduğunu söylemek de mümkün. Erdoğan meydanlarda kalabalıklara coşku verirken onların heyecanından besleniyor da. Bir bakıma siyasal enerjisini karşısındaki kitlenin canlılığından alıyor.
Geçen yirmi bir yılda, ortalama on altı buçuk ayda bir kampanya yürütmüş bir siyasetçinin tarzına bütün toplum aşina olmalı. Seçim sürecini nasıl yürüttüğüne, kampanyada nelere ağırlık verdiğine, seçmenle nasıl iletişim kurduğuna aşinayız. Ama bu seçimlerde bir farklılık, daha doğrusu farklılıklar var.
Farklılıkların bir kısmı AK Parti’de ve Erdoğan’da gerçekleşen değişimle ilgili.
İktidarının ilk on yıllık döneminde Erdoğan AB’ye tam üyeliği, dışa açık serbest piyasa ekonomisini savunuyordu.
Kürt meselesiyle ilgili “Biz kanı durdurmak için çırpınacağız. Biz çözüm için her yola başvururuz. Baldıran zehrini de içeriz, yeter ki bu ülkeye huzur gelsin. Siyasi hayatıma mal olsa da çözüm sürecini devam ettireceğim” diyen bir Erdoğan vardı.
Adalet ve Kalkınma Partisi; bireyi devlete önceleyen reformcu bir çevre partisinden; devleti kutsayan, bireyi hiçe sayan, güvenlikçiliği temel politika edinen, özgürlükçü hukukun ihlalini sıradanlaştıran, kapanmacı, baskıcı ve totaliter bir devlet partisine dönüşürken kampanyaların da bu değişim paralelinde değişim geçirmesi kaçınılmaz. Ama Erdoğan’ın tavrındaki farklılığı sadece bununla açıklamak mümkün değil. Daha derinde başka bir etken olmalı.
Farklılığı ve onu doğuran etkeni tespit etmek için bakmamız gereken yer ekonomi. Yöneticinin gücünü ve meşruiyetini, yönettiği kitle tarafından gösterilen kabulden aldığı bütün siyasal sistemlerde -isterse gerçek anlamda bir demokrasi olmasın- iktidarı belirleyen en önemli etken ekonomik durumdur.
Türkiye siyasetinin otuz beş yılında var olabilmeyi başarmış, altı dönem milletvekilliği, beş kere başbakanlık yapmış, dokuzuncu cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu gerçeği veciz biçimde ifade eden unutulmaz sözü ile; “boş tencerenin götüremeyeceği hükümet yoktur”.
Yönetimin seçimlerle belirlendiği birçok ülkede, ekonomideki durum ile seçmenin iktidardaki siyasal kadroya olan desteği arasında güçlü bağıntı olduğunu ortaya koyan akademik çalışmalar var. Türkiye’de de tüketici güveni, enflasyon, finansal piyasalardaki fiyatlar gibi değişkenlerle anketlere yansıyan seçmen tercihleri yakından ilişkili.
Erdoğan’ın 2002 seçimlerinden beri girdiği her seçimde kullandığı kampanya dili ekonomik rasyonaliteye dayanırdı. Muhalefetin popülist vaatlerini, kamuya yük getirecek, enflasyonu artıracak ekonomi politikalarını kıyasıya eleştirirdi. 2007’de 27 Nisan e-muhtırasıyla somutlaşan darbe tehdidi altında, yüksek yargı yoluyla siyasetin dizayn edilmesine yönelik 367 krizinin gölgesinde bile geri adım atmamıştı. Siyaset üzerindeki asker ve yargı vesayetini aşabilmek için gidilen 22 Temmuz 2007 seçimleri sırasında Erdoğan’ın miting meydanlarındaki ifadelerinden bir örnek sunalım:
“İki anahtar vaat edenleri çok gördük. Akıbetlerini de gördük. O ne veriyorsa ben iki mislini veriyorum, diyenleri gördük. Size gelip, bu meydanlara gelip, bol keseden vaatler sıralayacaklar. Mazot şu kadar olacak, ekmek bu kadar olacak, maaşlar beşe katlanacak, diyecekler. Bakın ben size beş yılın karnesini getirdim, bizde popülizm yok.”
2008 Küresel Krizi’nin oluşturduğu çalkantılı ortam, yakın geçmişin olumsuz ekonomik hatıralarının henüz canlı olduğu bir dönemde Türkiye’yi vurdu. 2008 yılı sonunda yüzde 4 olan enflasyon hedefine karşılık gerçekleşen enflasyon oranı bunun iki buçuk katı kadardı. 2009 yılının birinci çeyreğinde Gayrisafi Yurt içi Hasıla yüzde 14 daraldı.
2008’de, altı yıldır iktidarda olan AK Parti’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması ve o dönemde Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten yasaklanması istemiyle kapatma davası açılmıştı. Sonuçta da her ne kadar partinin kapatılmaması kabule edilmediyse de laiklik karşıtı eylemlere odak olmaktan Hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verildi.
2009 Mart’ında yapılan yerel seçimlerde AK Parti, şimdiye kadar bir seçimde aldığı en düşük oyu aldı (belediye meclisi üyeliklerinde yüzde 38,2 ve il genel meclisi seçimlerinde yüzde 38,4). Bütün bu olumsuzluklar, Erdoğan’ın çizgisinde bir değişikliğe sebep olmamıştı. 12 Haziran 2011 milletvekili genel seçimleri öncesinde Erdoğan’ın söylemi şöyleydi:
“Muhalefette en son geldikleri nokta, ‘o ne veriyorsa ben 5 fazlasını veriyorum’ noktasıdır. Ulaşabildikleri en üst seviye burası olmuştur. Bu seviye ise geçmişte sandıkta yok olup gidenlerin seviyesidir. Hiç mi ibret almazlar. Kendilerinden öncekilerin hatalarından hiç mi ders çıkarmazlar? Sizin bu popülist söyleminiz tutsaydı, desteksiz vaatlerde bulunma taktiğiniz başarılı olsaydı, bugün iktidarda başkaları olurdu.”
Aynı kampanyada Erdoğan’ın enflasyon ve bununla bağlantılı olarak Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda şaşırtıcı biçimde duyarlılık sahibi olduğu görülüyordu:
“Şimdi Sayın Baykal çıkmış, her aileye 300 TL maaş bağlamayı vaat ediyor. Peki kaynak ne? Kaynak bizden öncekilerin yaptığı gibi Merkez Bankası’nın Banknot Matbaası. Bunlar matematik de bilmiyorlar, milletin aklıyla dalga geçiyorlar. Bu ülkede yüksek enflasyon, iki haneli, üç haneli enflasyon işte bu zihniyetin eseridir. Bu ülkede yüksek faiz, işte bu siyaset tarzının eseridir.”
O dönemde Erdoğan, maliyeti vergi mükelleflerinden çıkacak sorumsuz bir maliye politikasına karşı bir duruş sergilemekteydi:
“Bu millet bu vaatlerin bedelini çok ağır ödedi ve bu vaatlere artık karnı tok. Mazotu 1 liraya indireceğim diyen de çıktı, her ev hanımına 500 lira veren, Asgari Ücreti 2 bin liraya yükselten de çıktı, elektriği, suyu, doğalgazı bedava dağıtacağım, diyen de çıktı.”
Hükümetinin başarısını somut biçimde ortaya koymak için kullandığı ölçüt, gayrisafi yurt içi hasıla ve kişi başına düşen gelir düzeyiydi:
“Biz diyoruz ki, kişi başına düşen milli geliri 2 bin 500 dolardan 5 bin 500 dolara çıkardık. Önümüzdeki iktidar döneminde, önümüzdeki istikrar döneminde 10 bin dolara çıkaracağız.”
Köprülerin altından çok sular aktı, geldik 2023 seçimlerine.
Bu kampanyada ise bambaşka bir Erdoğan var. Kesenin ağzını açmış, ipin ucunu kaçırmış durumda. Cülus akçesi dağıtırmışçasına, her önüne gelene kamu maliyesinin imkanlarını cömertçe sunuyor.
Yaş sınırlaması yüzünden emekli olamayanlardan emeklilere, kamu çalışanlarından atama için kadro bekleyenlerden katsayı artışı talep eden memurlara kadar her kesime; “ne istediler de vermedim” diyebilecek bir Erdoğan var.
Yılın başında yüzde 50 artırılan asgari ücreti, “Cumhuriyet tarihinin dolar bazında rekor düzeyine çıkaracak ölçüde” bir daha artırmaya da hazır kamudaki işe alımlarda büyük adaletsizlik kaynağı olan mülakatı kaldırmaya da.
On yıl önce muhalefeti; “doğalgazı bedava dağıtacağız” dediler diye hedefe koyan Erdoğan, bugün henüz test üretimi aşamasında olan ve yılın sonuna kadar ticari sözleşmelere yansıtılamayacak Karadeniz doğalgazının müjdesi olarak, Rusya’dan ithal edilen, hem de parasını ödeyemediğimiz için vadesi gelen ödemeleri 2024 yılına erteleterek satın aldığımız doğalgazı bedavaya dağıtıyor.
Haydi onun sözleriyle ifade edelim; “Kadere bak, kadere bak; nereden nereye…”
Bu müthiş başkalaşım boşuna değil. Bazıları Erdoğan’ın geçmişte sergilediği manevra kabiliyetine işaret ederek bu değişimi de daha öncekiler ile benzer görebilir. Gerçekten de 2003’te iktidara geldiğinde milli görüş gömleğini çıkaran ve 2005’te bunu Meclis kürsüsünden “gelişerek değiştim” diye duyuran, Rahip Brunson ile ilgili; Ocak’ta “bu fakir bu görevde olduğu sürece alamazsın” diye esip gürleyen ama ardından “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devlet, olması sebebiyle ben, yargıya müdahale edecek konumda değilim” diyebilen Erdoğan için seçim kampanyası dili değiştirmek de aynı şey mi?
Ben o kanıda değilim. Burada daha farklı bir dinamik işliyor.
Erdoğan ilk defa kaybedebileceğini hissettiği bir seçim için kampanya yürütüyor. Farkın nedeni bu.
Erdoğan’ın bu seçimi kaybetme olasılığının ihmal edilemeyecek düzeyde olduğunun birçok göstergesi var. Erdoğan’ın en sadık destekçisi Devlet Bahçeli’nin daha en baştan bir oldu bitti ile MHP’yi milletvekili seçimine -hem de bu ittifaka 50 kadar milletvekilliğine mal olmasına karşın- tek başına sokmasından tutun, Cumhur İttifakı’nın etkinliklerinde saklamak zorunda hissettikleri HüdaPar gibi sorunlu bir ortağı ittifak bünyesine dâhil etmeye kadar çok sayıda karineden bahsetmek mümkün. Ama bana en çarpıcı gelen, Erdoğan’dan alışık olmadığımız ifadeler duymak oldu.
Klasik psikoanaliz kuramı; kişinin kabullenemediği arzularını, dürtülerini ve duygularını bilinçaltına bastırdığını, bu duyguların otosansürümüzün anlık boşluklarından yararlanarak zaman zaman bilince ulaşabildiğini savunur. Bilinçaltındaki duyguların, dışarıdan bakıldığında dikkatsizce yapılan bir hata ile ya da dil sürçmesi ile gün yüzüne çıktığı böyle durumlara parapraksis ya da Freudyen sürçme adı verilir.
Erdoğan’ın Giresun mitinginde ağzından dökülen; “sizler ne soğana ne patatese liderinizi kurban etmezsiniz” ifadesi bana işte böyle bir durum olduğunu düşündürdü. Erdoğan; “kurban edilebileceğini” düşünüyor, bundan korkuyor, kurban edilmemek için seçmene adeta yalvarıyor ve en önemlisi, geçmişte elitlerin, AK Parti’ye oy veren sosyoekonomik olarak alt düzeydeki kesimleri aşağılamak için kullandığı “bir paket makarnaya, bir torba kömüre ülkeyi satanlar” ifadesinin benzerini, ekonomik nedenlerle kendisine oy vermeyeceğinden endişe yoksul kitleler için kullanmaktan çekinmiyor.
1960’tan itibaren zaman serisi olarak açıklanan Dünya Bankası istatistiklerine göre, Türkiye’de kişi başına düşen gelir 7 bin 376 dolara ulaşarak ilk kez 2005 yılında dünya ortalamasını (7 bin 293 dolar) geçti. 2018 yılına kadar Türkiye, dünya ortalamasının üzerinde bir kişi başına gelir düzeyini koruduktan sonra dünyanın gerisine düştü.
2013 yılında yine AK Parti ve Erdoğan iktidarı döneminde kişi başına düşen gelirde dünya ortalamasının yüzde 20 kadar üzerine çıkmayı başarmış olan Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçişle birlikte büyük bir çöküş yaşadı.
2021 yılında artık Türkiye’deki gelir dünya ortalamasının yüzde 20 altına gerilemişti. 2022 yılında müdahalelerle bastırılmış kur ve kuşkulu enflasyon verileriyle malûl büyüme ile bile ancak 10 bin 655 dolara çıkan kişi başına gelir dünya ortalaması olan 12 bin 880 doların çok gerisinde.
Bir ekonominin küresel çıktı içindeki payı, söz konusu ülkenin görece ekonomik performansının en nesnel göstergesidir. Küresel katma değer üretimine oranla bir ülkenin Gayrisafi Yurtiçi Hasılası, bize o ülkenin küresel refah üzerindeki hak sahipliğini gösterir.
Türkiye için bu oranın uzun yıllar ortalama değeri yüzde 0,79 olarak hesaplanıyor. AK Parti iktidarının ilk yılında yüzde 0,81 olan küresel çıktı içinde Türkiye’nin payı. 2009 Küresel Krizi ve 2011 Euro Krizi yıllarını saymazsak hep yükselişteydi. 2013 yılında bütün zamanların en yüksek düzeyi olan yüzde 1,24’e ulaşan bu oran 2017’de yüzde 1,06’ya geriledi. O tarihten sonra düşüş sürdü ve 2021 yılında, 1977’deki düzeyine geriledi. 2022’de de yüzde 0,85 ile 1979’daki 1998’deki düzeylerinin altında gerçekleşti.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden önceki son yılda Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki payının, yani Türkiye’nin gayrisafi yurt içi hasılasının küresel çıktıya oranının, bir başka deyişle küresel refah üzerindeki hak iddiamızın yüzde 1,05 iken 2022’de 0,85’e gerilemesinin somut olarak, hepimizin anlayacağı dille karşılığı nedir?
Hükümet sadece Türkiye’nin küresel ekonomideki payını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın icadı olan Türkiye Ekonomi Modeli’nden önceki düzeyinde korumayı başarabilmiş olsaydı milli gelirimiz bu yıl tam 157 milyar dolar fazla olacaktı. Bu ekonomi yönetiminin sadece son bir yıldaki maliyeti kişi başına 1.867 dolar olmuştur.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmeden önceki son yıl olan 2017’de Türkiye’nin GSYİH’sı 852,7 milyar dolardı. Geçen yıl ise 905,5 milyar dolar oldu. Ama bu arada ABD dolarının satın alma gücü de değiştiği için bu değerleri dolar enflasyonundan arındırmamız gerekir. 2017 yılındaki 852,7 milyar doların 2022’deki eşdeğeri 1 trilyon 18 milyar dolar ediyor.
Ekonomi yönetimi milli geliri sadece sabit tutmayı başarabilseydi, başka bir deyişle Türkiye’yi bırakın büyütmeyi ya da küresel ekonomideki payını korumayı, sadece reel olarak küçültmeseydi, akıl almaz uygulamalarla Türk lirasını itibarsızlaştırmasaydı, beş yılda 475 milyar dolar ya da kişi başına 5.875 dolar daha fazla gelirimiz olacaktı.
Daha vahimi ise şu; Erdoğan’ın seçim vaatleri arasında kişi başına düşen geliri 2028 yılında 16 bin dolara çıkarmayı ulaşılacak hedef olarak saymış. 2013 yılındaki kişi başına gelirimiz 12 bin 500 dolardı. Bunun enflasyondan arındırılmış, sabit fiyatlarla 2028 yılı için karşılığı 18 bin 200 dolara denk. Yani Erdoğan gençlere, kendisi seçilirse beş yıl sonra, on yıl önceki kişi başına gelirin 2 bin dolar altını vaat ediyor.
Öte yandan her şey yolunda gitse, ekonomi normalleşebilse bile 2013 yılındaki düzeye yeniden ancak 2028’de ulaşacağız. Gençlerin yaşamının en güzel çağı yitip gitti. 85 milyon yurttaşın 15 yılı heba oldu.
Bu gelir kaybının arkasında yerli paranın değer kaybetmesi yatıyor. Buna yol açan dinamikler Türkiye’nin çoğu iç savaş ya da ağır toplumsal krizler yaşamakta olan ülkelerle aynı enflasyon liginde yer almasının da sebebi. Sıralamada hemen altında yer aldığımız ülkeler Lübnan, Venezuela, Suriye, Arjantin, Zimbabwe, Sudan…
Enflasyon ağır tahribat yarattı. En başta da dar ve sabit gelirlinin durumunda. Enerji ve emtia fiyatları bütün dünyada gerilerken, ilk 4 ayda geçen yıldakinin yüzde 30 üzerinde 43,5 milyar dolar dış açık verdik. İlk çeyrekteki bütçe açığı 250 milyar TL. Dünyada gıda fiyatları yıllık yüzde 20 düşmüşken (Nisan) bizde gıda enflasyonu resmi verilerle yüzde 54.
Enflasyonun yarattığı bu ağır yıkım yoksulluğun da salgın gibi yayılmasına yol açıyor. TÜİK tarafından açıklanan 2022 yılı Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri acı gerçekleri bir daha ortaya koyuyor.
2017’de yüzde 20,1 olan toplumdaki yoksulluk, oranı yeniden yüzde 21,6’ya yükselmiş. En alt düzeyde insanî bir yaşam sürebilmek için yapılması zorunlu harcamaları karşılamaya maddi güçlerinin yetip yetmediğini ölçen sorulara verilen yanıtlarla tanımlanan maddi ve sosyal yoksunluk oranı ise yüzde 16,6.
Uluslararası istatistiklerde yoksulluk; eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert medyan gelirinin yüzde 60’ının altında olma durumu olarak tanımlanır. Yıllık ortalama eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert geliri 37.400 TL olduğuna göre yoksulluk sınırı bunun yüzde 60’ı olan yılda 22.440TL.
Türkiye’de yılda 22.400TL’nin, yani günde 3 doların altında geliri olan kişi sayısı nüfusun yüzde 21,6’sı. Yani her beş kişiden biri ağır yoksulluk içinde. Ama siz endişe etmeyin. Avrupa ve Amerika bizim ekonomik durumumuzu kıskanıyor.
İşte Erdoğan’ı endişelendiren tablo da bu. Erdoğan, 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisine oy vermiş ve bugün hayatta olan bütün seçmenlerinin oyunu alsa bile seçilmesine yetmiyor. İlk kez oy kullanacak olanlardan da hatırı sayılır bir onay alması gerekiyor ki bu da çok kolay görülmüyor.
Ekonomi politik, olasılıkların Erdoğan’ın aleyhine olduğunu gösteriyor ve yılların tecrübesiyle Erdoğan bunu sezgisel olarak hissediyor. Hem de Kemal Kılıçdaroğlu gibi geçmiş seçim zaferi kutlamalarının şaka figürü olarak kullanılan bir rakibe karşı yenilecek olmanın olasılığı arttıkça Erdoğan’ın gerilimi de artacak.
Bu defa farklı gerçekten.
Farklılık da artık sürdürülemez duruma gelmiş ekonomiden kaynaklanıyor.