Rüzgarda salınan taze lavantalar, havaya yayılan ot kokusu, cömertçe gülen sapsarı bir güneş, hafif rüzgara eşlik eden kuş sesleri, mutlu insanlarla dolu kafeler, ağırbaşlı bir sessizlikle ayakta duran mavi-yeşil panjurlu binalar, tarihi çeşmeler ve asırlık çınarlı avlular… Bu kez yolumuz şirin köyleriyle Güney Fransa’nın göz bebeği Provence’tan geçecek.
Zarif mimarisinin arasında boy gösteren ağaçları, irili ufaklı köy evlerinin arasına yerleşmiş küçük kiliseleri ve bitmek tükenmek bilmeyen bir güneş ışığının yıkadığı canlı renkleriyle Provence’ın Cezanne ve Van Gogh’un neden vazgeçilmezi olduğunu hemen anlıyorsunuz. Nefes kesen manzaralarıyla her köyün kendine özgü bir çekiciliği var.
Haziran-temmuz arasında açan lavantalarıyla mor halılara dönüşüyor Provence kırsalı ama bu doğa harikalarını görmek istiyorsanız en geç temmuzun ilk haftası burada olmaya çalışın, çünkü sonra toplanıyorlar.
Valensole’daki lavanta tarlalarını göreceğiniz günlük turlara mutlaka katılın.
Şöyle bir düşünün! Bağıra çağıra konuşan, telaşla koşturan insanlardan, cırıl cırıl korna sesinden, hele siyasi gündemin yürek söken dipsiz karanlığından çok uzaktasınız. Trafik yok, kaos yok, stres yok. Tüm bunların yerini lavanta ve ayçiçeği tarlaları, göz alabildiğine uzanan üzüm bağları ya da iki tarafı çınarlı toprak köy yolları almış. Üstünüzde nefes kesen masmavi bir gökyüzü… Kendinizi kuşlar kadar özgür hissediyorsunuz.
Provence’a gelmek için İstanbul’dan yaklaşık üç saat süren direkt uçuşla Marsilya’ya, Marseille Provence Havalimanı’na iniyorsunuz. Fransa’nın güney doğusunda kalan Provence, bu güzeller güzeli ülkedeki 22 coğrafi bölgeden biri olan Provence-Alpes-Cote d’Azur’un kısaltması. Bölgenin başkenti ise Marsilya.
Provence o kadar büyük ki sadece kendi içinde bile yedi bölgeye ayrılıyor, dolayısıyla bir haftalık bir tatil düşünüyorsanız kesinlikle önceliğiniz olmalı, çünkü bu sürede en güzel köylerin tümünü layıkıyla görmeniz ne yazık ki imkansız. Çoğuna otobüs ve tren aktarmasıyla geliyorsunuz ve dönüş saatlerine yetişecekseniz köyleri gezmek için az zamanınız kalıyor, o nedenle rotanızı oluştururken bunu göz önünde bulundurun ve kalacağınız yerleri haritaya bakarak önceden planlayın.
Biz bu seyahatimizde sahil şeridinden ayrılıp daha içerilere gitmek istediğimiz için önce Marsilya’ya geldik. Marsilya’daki büyük tren garı Marsilya Saint-Charles’dan (Gare de Marseille Saint-Charles) hareketle Arles, Aix-en-Provence, Saint-Remy-De-Provence, Les Baux-De-Provence, Avignon, Roussillon, Gordes ve Sault’yu kapsayan bir rota oluşturduk.
Marsilya Saint-Charles Garı’ndan 25 dakikada gelebileceğiniz Aix-en-Provence trenden iner inmez sakince karşılıyor sizi. Zaman sanki durmuş gibi. Artık Provence’ın simgesi olduğunu kanıksadığınız mavi ahşap panjurlu sapsarı binaların, çeşmelerin, irili ufaklı meydanların, şık avluların önünden, çınar ağaçlı sokaklardan geçiyorsunuz. Rotonde Çeşmesi’ni (Fontaine de La Rotonde) arkanıza aldığınızda önünüzde uzanan ve 1650 yılında yapıldığından beri kimsenin eski binaları yıkıp yerine kutu gibi ruhsuz siteler yapmayı akıl edemediği Cours Mirabeau, boydan boya uzanan çınar ağaçları, zarif malikaneleri ve kafeleriyle çok hoş bir bulvar. O kadar güzel ve zarif çeşmeler var ki insan kayran kalıyor. Fontaine des Quatre-Dauphins, Fontaine de La Rotonde ve Fontaine des Neuf-Canons Cours Mirabeau’nun sanat eseri gibi duran çeşmeleri.
Meydanların şehir kültüründe ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz Aix en Provence’ta. Koskoca İstanbul’u düşününce insanın içi sızlıyor gerçekten. La Rotonde Çeşmesi ve turizm bürosunun olduğu La Rotonde Meydanı (Place de La Rotonde), 18’inci yüzyıldan kalan dört bina ve ortasında bulunan çeşmesiyle Albertas Meydanı (Place d’Albertas), pazar kurulan Richelme Meydanı (Place Richelme), tarihi saat kulesine de ev sahipliği yapan Place de L’Hotel de Ville ve öğrenciler arasında çok popüler olan Place des Cardeurs en gözdeleri.
Tarih boyunca Emile Zola, Albert Camus gibi yazarları ve ressam Paul Cezanne’ı ağırlayan şık kafelerin en ünlüsü; caddenin sonundaki Les Deux Garçons. 1792’den beri ayakta olan kafenin yeşil ağırlıklı, altın varaklı dekorasyonuyla zaman tünelinde bohem bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Place de la Rotonde’deki L’Atelier Restaurant ve Le Cezanne Brasserie çok iyi, özellikle pizzaları. Nakış gibi işlenmiş malikaneleriyle Cours Mirabeau’nun güneyinde kalan Quartier Mazarin için şehrin aristokrat yakası denebilir. Nefis bir bahçesi olan, ihtişamlı Hotel de Caumont 1742 yılında yapılmış, günümüzde ise
Hotel de Caumont Sanat Merkezi. Aix-en-Provence’ın 18’inci yüzyıl Fransız mimarisinin en güzel örneklerinden birini sunan bu malikane son derece zarif ve şık. Sıcak bir günde, ağaçların gölgesinde serinlemek için çok doğru bir seçim. Ayrıca harika sergiler oluyor.
Buraya kadar gelmişken dünyaca ünlü Fransız post-empresyonist ressam Paul Cezanne’ın birçok ünlü tablosunu yaptığı atölyesini mutlaka görün. Şehir merkezinden 20 dakikada yürüyerek ya da 20 numaralı otobüsle gelebileceğiniz, tepeye kurulmuş bu nefis atölye bir huzur mabedi gibi yükseliyor yeşillikler içinde. Ünlü ressamın önlüğü, günlük yaşamında kullandığı giysiler, çalışma gereçleri olduğu gibi korunmuş. Alt katta bir de hediyelik eşya bölümü var.
Eğer hafta sonuna denk gelirseniz yerel ürünlerin satıldığı çok güzel bir pazar kuruluyor şehir merkezinde. Biz sıcaktan bunalıp panama keteninden bir şapka, peynir ve lavanta balıyla yetindik. Aix-en-Provence’ın en nefis tatlarından biri ise Calisson şekerlemesi. Üzerinde şekerli, beyaz bir krema bulunan Calisson d’Aix, Türkiye’de satılan mekikleri andıran, portakal aromalı bir tür badem ezmesi.
Aix-en-Provence’tan sonra Provence’ın büyüleyici dokusunu hissedeceğiniz güzel şehir Arles, Arles Amfitiyatrosu (Les Arenes) başta olmak üzere Roma dönemi kalıntıları, renkli evleri ve dar sokaklarıyla ama her şeyden önce Van Gogh’un Arles’da kaldığı dönemde yaptığı tablolarına ilham veren Place du Forum meydanıyla ünlü. Van Gogh’un ‘Ayçiçekleri’, ‘Arles’daki Yatak Odası’ ve ‘Köprü’nün de aralarında olduğu birçok resmi burada yapılmış. Siz de Van Gogh’un dostu Paul Gauguin’le renklerinden çok etkilendiği Arles’da onların geçtiği yerlerden geçin, bu güzel şehri onların gözleriyle görmeye çalışın. Onlara ilham veren ışığını, güneşini ve sokaklarını keşfedin. Van Gogh’un ‘Cafe Terrace at Night’ resmine ilham kaynağı olan Le Cafe La Nuit’yi Place Du Forum’da görmeyi de unutmayın!
Cote d’Azur’un kalabalığından kaçmak isteyen Fransızların göz bebeği, 16’ıncı yüzyılın ünlü kahini Nostradamus’un doğduğu köy Saint-Remy- De-Provence’dayız. Taş evleri ve yemyeşil avlularıyla sanki zamanın durduğu bir köşe burası. Evleri çevreleyen sarmaşıklar bu sakin yere masalsı bir hava veriyor. Öyle ki çoğu sokakta ağustos böceklerinin şarkılarıyla çeşmelerden akan suyun şırıltısını duyuyorsunuz sadece. Birbirinden güzel butikler, kitabevleri ve sanat galerileri var. Restoranlar gastronomi tutkunlarını memnun edecek kadar başarılı.
Saint-Remy-de-Provence’ın bence en önemli yeri, Vincent Van Gogh’un ölmeden önce yani 1889-1890 yılları arasında, o ünlü kulağını kesme olayının ardından Arles’dan ayrılıp kendi isteğiyle kaldığı ve 150’den fazla resim yaptığı Saint-Paul de Mausole Manastırı’nın psikiyatri kliniği.
Hastaneye çıkan yolda büyük ustanın hastane odasındaki penceresindeki parmaklıklardan bakıp yaptığı ‘Yıldızlı Gece’, ‘İrisler’, ‘Zeytin Ağaçları’ gibi resimlerinin reprodüksiyonları görüyorsunuz. Bugün hala akıl hastanesi olarak hizmet veren binanın Van Gogh’un kaldığı bölümü küçük bir müzeye dönüştürülmüş. Van Gogh’un demir parmaklıklı odasını, yatağını, hasır sandalyesini, şövalesini görmek insana derin bir hüzün veriyor.
Göz alabildiğine uzanan üzüm bağları ve zeytin ağaçlarıyla kayalıkların üzerine kurulan Les Baux-de-Provence, Arnavut kaldırımlı daracık sokakları ve nefes kesen manzarasıyla Fransa’nın en güzel köylerinden biri. Bu orta çağ köyü, bu özelliklerinden dolayı bugün bölgeye gelen turistlerin ilgi odağı. Senede iki milyon ziyaretçi alan bir yerden bahsediyoruz.
Köye ulaşmak için Arles, Avignon ya da Saint-Remy-De Provence’a gelerek otobüse binmeniz ya da araba kiralamanız gerekiyor ama turizm büroları bu konuda çok hem kibar hem de yardımsever insanlarıyla her derdinizi çözüyor.
Köy araç trafiğine kapalı, bu yüzden otobüsle ya da arabayla köyün girişine kadar gelip oradan içeriye yürüyorsunuz. Köyde iki müze, bir kilise, otantik restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ve kafeler var. 9’uncu yüzyıldan kalan ve dönemin devasa silahlarını görebileceğiniz Chateau des Baux gerçekten etkileyici. Sanki zırhlı bir şövalyeyle karşılacakmışsınız gibi hissediyorsunuz. Les Baux-de-Provence’ın bölgenin en pahalı butik otellerine ev sahipliği yaptığını da belirteyim.