Antik DNA: Geçmiş bize ne söyler?

5 Nisan 2024
Bu haber 1 ay önce yayınlandı

Türkiye'den bilim insanları Burçak Vural, Gaye Erten Yurdagül ve Günseli Bayram Akçapınar’ın hazırladığı 'Antik DNA' insanların kökenleri, göç yolları, genetik hastalıkların evrimi, geçmiş toplumların yaşam tarzları hakkında önemli bilgiler sunuyor. 

KAAN BİÇİCİ

‘Antika’ dediğimiz şeyler genellikle geçmişin izlerini taşıyan nesnelerdir. Bu geçmiş ise belirli bir tarihsel döneme aittir, ‘antik’ olandır. Antik olan da geçmişin izlerini taşıdığı gibi bugün ona bakıyor olmak da zamansal bir köprü görevini görür. Zamanda bizleri ‘ışınlayan’ bu nesneler de sadece dekor amaçlı kullanılan şeyler değildir, canlılığın temel yapı taşı olan DNA da gayet tabii o nesnelerden olabilir…

Arkeolojik kazılardan ya da kalıntılardan çıkan kemikler, dişler ya da başkaca kalıntılar da insanın kökenini, evrimini, göçlerini ve diğer canlılarla olan ilişkilerini tarihsel olarak anlamamıza yardımcı olabiliyor.

Ginko Bilim tarafından yayımlanan Burçak Vural, Gaye Erten Yurdagül ve Günseli Bayram Akçapınar’ın hazırladığı, alandan gelen isimlerin katkı sunduğu ‘Antik DNA – Geçmişin Yankılarında DNA’nın İznini Sürmek’ adlı kitap da bu ‘tarihsel’ olanı bilimsel araştırmalar üzerinden anlamaya davet ediyor. Başak Aslaneli Çakmak ve Zeynep Aleyna Coşkun’un özgün harika çizimleriyle renk kattığı kitap bolca bilimsel referansla birçok alana basarak geniş bir perspektifle ders kitabı netliğinde konuyu ele alıyor. Zaman zaman ‘teknikleşen’ diliyle alandan gelmeyenlerin yan okumalara da ihtiyaç duyacağı kimi yerler olsa da kitap sonundaki terimler sözlüğü rahatlatacak bir içeriğe sahip.

Gelişen teknikler geçmişe dair bilgimizi artırdı

Antik DNA, ilk olarak 1984 yılında Neandertal DNA’sının izole edilmesiyle keşfedildi. Bu keşif, antik DNA araştırmalarının temellerini attı ve insanlık tarihini anlamak için yeni bir pencere açtı. Özellikle bulunduğumuz yüzyılın başlarında gelişen dizi teknolojileri sayesinde çalışmalar da büyük bir ivme kazandı. Kitapta da ‘Genomların evrimi ve evrimsel genetik araştırmalarında kullanılan biyoinformatik araçlar’ kısmında bu teknikler detaylıca işleniyor ve antik DNA alanının gelişmelerine dair de iyi bir kronoloji sunuyor.

Antik DNA çalışmalarında, DNA’nın yarılanma ömrü, örneklerin sağlam kalma süresini etkileyen önemli bir faktördür, DNA örnekleri bulundukları koşullara göre degredasyona uğrayabilirler. Özellikle soğuk iklimlerde bulunan kalıntılar, DNA’nın daha uzun süre korunmasına olanak tanır. Ya da ‘Jurassic Park’ filminde oldukça ‘çılgınca’ bir biçimde anlatıyor olsa da dinozoru ısıran sivrisineğin kehribar içerisinde uzun süre niteliğini pek kaybetmeden kalması gibi özel koşullarda da ömrü daha uzun olabiliyor. Ancak, bu kalıntılar genellikle parçalıdır ve DNA’nın bütünlüğü üzerinde olumsuz etkiler bırakabilir.

Bu nedenle, örneklerin toplanması, depolanması ve işlenmesi sırasında dikkatli bir şekilde çalışılması da önemli. Kitapta da yer aldığı üzere bu konuda diş de önemli materyallerden. Örneğin ‘antik sakızlar’ sert ve mineralize yapısı nedeniyle ağız mikrobiyotasını anlamak açısından da incelenilen örneğin yaşadığı dönemi anlamak açısından da önemli kalıntılardan.

Tabii örnekleri topluyor olmak da sadece yeterli olmuyor. Filtreleme gibi işlemler burada işlevsel oluyor. Bu örneklerden DNA izole edildikten sonra, polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) kullanılarak DNA parçaları çoğaltılır ve ardından yüksek verimli dizi teknolojileriyle dizilir. Elde edilen dizi verileri bilgisayarlı analiz yöntemleriyle incelenir ve bu analizler tür tanımlaması, genetik çeşitlilik değerlendirmesi ve filogenetik ilişkilerin belirlenmesi gibi birçok farklı amaçlarla kullanabiliyoruz. ‘Antik DNA çalışmalarında filogenetik haritalama ve kullanılan programlar’ başlığı da ayrıntılı olarak bu sürecin nasıl işlediğini bize gösteriyor.

Kral III. Richard ile tanışmak

Antik DNA çalışmaları tabii sadece ‘yediğimizle’ ya da ‘içtiğimizle’ ilgilenmiyor. Shakespeare de bu konunun bir parçası haline gelebiliyor. Onun da oyunlarından birine konu ettiği savaşta ölen son İngiliz kralı Kral III. Richard’ın yıllar sonra kimliklendirilmesi de tam olarak böyle oldu. 2012’de Leicester’daki bir mezardan elde edilen kalıntılar üzerinde yoğunlaştılar ve bu kalıntılar, uzun süredir kayıp olan Kral 3. Richard’a ait olduğu düşünülüyordu. Kalıntılar üzerinde yapılan antik DNA analizleri, Kral 3. Richard’ın soy ağacıyla uyumlu genetik profili ortaya çıkardı ve bu kişinin gerçekten de Kral 3. Richard olduğunu doğrulamış oldu.

Böylece tarihçilerin ve genetikçilerin işbirliğiyle, antik DNA’nın tarihi kişiliklerin kimliklerini belirlemede nasıl bir araç olabileceğini de böylece görmüş olduk. ‘Antik DNA’da kimliklendirme’ başlığı da bu çalışmaları detaylıca bir şekilde ele alıyor ve antik DNA çalışmalarının sadece genetikçilerin çalışmalar yürüttüğü alan olmadığını da bizlere gösteriyor.

Antik DNA  sadece tarihi kişiliklerin değil, toplumların tarihine dair de bize birçok açıdan fikir verebiliyor. Kitapta da ‘Antik DNA ve epigenetik’ başlıklı yazıda gördüğümüz gibi geçmiş toplumların yaşadığı koşulların anlaşılmasında antropoloji de dahil olmak üzere bizlere fikir verdiği gibi bugün bizlere yeni yaklaşımlar göstermemiz için bir temel oluşturuyor. Bahsedilen bölümde dendiği gibi ‘modern hareketsiz yaşam tarzının ortaya çıkardığı obezite ve ilişkili hastalıkların epigenetik bileşenlerini daha iyi anlamamıza, yeni çözüm yaklaşımları geliştirmemize yardımcı’ olabiliyor.

Diğer bölümlerde de beslenmesinden açlık, psikolojik travma gibi etkilerine kadar incelendiği gibi başlığından da anlaşılacağı üzere ‘İnsanın göç yollarının DNA çalışmalarıyla incelenmesi’ bölümünde de nasıl çalışmalar üzerinden insanlığın dünyadaki göçünü sanki Hansel ve Gretel’deki ekmek parçaları gibi bulduğumuz fosillerden elde ettiğimiz materyalle takip edebildiğimiz çalışmalar ele alınıyor.

Kuşkusuz konusu insan olan hatta ‘canlı’ olan çalışmalarda da etik kendini doğrudan karşımıza çıkartıyor. Kitabın son kısmı olan ‘Antik DNA ve etik’ bu tartışmayı es geçmeyerek önemli bir yere dikkat çekiyor olması da oldukça kıymetli. Çünkü bahsedildiği üzere, “Antropogenetik çalışmalarda atalarımızın incelendiği eski insan biyolojik örnekleriyle çalışılmasına rağmen, atalar ‘cansız’ bireyler olarak kabul edildiğinden, paleogenomik araştırmalar şu anda canlı insana ait genomik örnekleri kullanan araştırmalarla aynı düzenleyici çerçevelere tabi değildir”. Bunun Avrupa merkezli bir dünya görüşünün yansıması olduğunu söyleyenler olduğu gibi ‘posta pullarındaki tükürükten’ dahi DNA’nın izolasyonuyla genetik bilgiye erişildiği düşünülürse bu konunun da her zaman tartışmanın bir parçası halinde olması ayrıca önem arz ediyor.

Hastalıklar, diğer canlılar ve öğreneceğimiz dersler

Genetik deyince ilk akla gelen konulardan olan ‘hastalık’ da ayrıca ele alınıyor kitapta da. ‘Antik DNA ve genetik hastalıklar’ başlığında tarih öncesi toplumlarda belirli genetik hastalıkların varlığını görebiliyoruz. Ayrıca, genetik hastalıkların zaman içinde nasıl evrimleştiğini ve yayıldığını da bu çalışmalarla anlayabiliyoruz. “Genetik hastalığın sonraki nesillere aktarılması kişilerin statüsü, popülasyonun izolasyon durumu ve sosyal yapısıyla” ilişkili olduğundan yine bize sadece genetik alanına dair ‘dar’ bir bilgi vermiyor, insanlık tarihinin ve toplumun değişimini de görebiliyoruz.

Örneğin çeşitli hastalıkların neden kimi toplumlarda daha yaygın olabileceğini bugün ‘ırkçı’ görüşlerinin bir parçası olarak ifade edebilenler oluyor ancak çalışmaların bize gösterdiği ‘kapalı toplumların’ ve tarihinin onların genetiğini de nasıl biçimlendirdiği ve kimi hastalıklarının ortaya çıkmasını kolaylaştırdığı oluyor. Ya da yine kitabın çeşitli kısımlarında sürdürülen çeşitli çalışmalarla ‘salgınların’ tarihinin anlaşılması açısından da bu çalışmaların önemi görülebiliyor.

Kitabın ana odağı insan olsa da insanı anlamanın dışında insanın da parçası olduğu ‘canlılığı’ ve ‘canlıları’ anlamanın da bir aracı elbette. Filogenetik bu evrimsel tarihi anlamamızı kolaylaştırdığı gibi diğer canlılarla olan akrabalıklarımızdan kimilerini evcilleştirmemizin izlerine birçok konuda bize bir araç olabiliyor antik DNA. Mesela zaman zaman konuşurken ‘şehven’ söyleyebildiğimiz yunus ‘balığı’ değil de neden memeli olarak sınıflandırıldığına dair verilen örnek çok yalın biçimde bize nasıl sınıflandırmalar yaptığımızı gösteriyor:

“Bir kara memelisinin yunus olabilmesi için kazanması gereken balıklara ait özellik sayısı (dolayısıyla değişim sayısı), bir balığın yunus olabilmesi için kazanması gereken memelilere ait özellik sayısından çok daha az olduğu için ilk olasılığı (yunusun balıklara benzer özellik kazanmış bir memeli tür olduğunu) geçerli kabul ederiz.”

Bahsedilen konular ve başlıklar dışında da ‘Antik DNA ve immun sistem’, ‘Antik mitokondriyal DNA’, ‘Antik DNA ve cinsiyet kromozomları’ gibi başlıklar da kitapta mevcut.

Sonuç olarak, antik DNA çalışmaları insanlık tarihine dair önemli ışıklar sunmakta ve geçmişin ‘sırlarını’ aydınlatıyor. Kitapta ele alın çalışmalarda da görülebileceği gibi, insanların kökenleri, göç yolları, genetik hastalıkların evrimi ve geçmiş toplumların yaşam tarzları hakkında değerli bilgiler sağlıyor. Geçmişten öğrenilecek dersler ve geleceğe dair anlamlı perspektiflerin yaratılması açısından da çalışmaların önemini gösteren bu kitabın –ne yazık ki pek rastlamadığımız- bu memlekette çalışmalarını sürdüren bilim insanları tarafından yazılmış olması da ayrıca önemli elbette.

Antik DNA
Geçmişin Yankılarında DNA’nın İzini Sürmek
Burçak Vural, Gaye Erten Yurdagül, Günseli Bayram Akçapınar
Resimleyen: Başak Çakmak, Zeynep Coşkun
Ginko Bilim, 2024
344 sayfa.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.