'Son Akşam Yemeği' filminde Atatürk’ün rakılı bilinen o ünlü sofralarında içecek olarak sadece 'su' varmış. Oysa bu konuda yazılmış pek çok yazı ve kitap var. Atatürk sofrasını politik bir enstruman olarak kullandı, bir mektep ve meclis gibi...
“Ne zaman anlayacaksınız bilmem, bir yanda temel değerler, bir yanda sıradan modalar olduğunu…” diye yazmıştı Amin Maalouf (‘Yolların Başlangıcı’, YKY, 2024 – 46. baskı)
İtiraf ederim ki, Cumhuriyetimizin 100. Yılı için yapılmış filmleri televizyon kanallarında ‘görev icabı’ yapılmış işler algısıyla izliyorum. Sona konulan kuruluş logo ve amblemleri olmasa, hiçbirini diğerinden ayırmak pek mümkün değil çünkü. Akılda kalmalarını geçiyorum. Çoğunda eski Sovyet kameramanlarının vaktiyle çekmiş olduğu bilinen görüntüler olmasaydı, o sektör ne yapacaktı, sorusu aklımdan geçiyor.
Bugün bir arkadaşım başka bir düşündürücü şey anlattı. İlk gösterisine gittiği, ‘özel olarak’ yaptırıldığı anlaşılan, onun biraz
müsameresi bulduğu bir başka film ise -adı ‘Son Akşam Yemeği’– baştan sona Atatürk’ün sofrasında geçiyormuş. (Bunun ne kadar orijinal bir fikir ve ne çok anlamı bilinen bir ad olduğunu da geçelim.)
Ama şu ilginç ki, rakı eşliğinde uzun ve zaman zaman çok gergin yemek buluşmalarıyla bilinen o ünlü sofrada içecek olarak arkadaşım yanlış görmediyse sadece ‘su’ varmış.
Bu gerçekten orijinal.
Bu ‘sofra meselesi’, onun etrafında yıllarca yaşananlar kimseden gizli filan değildir.
Bu konuda yazılmış çok yazı ve benim bildiğim etraflı kitaplar da var. İsmet Bozdağ’ın ve Oğuz Akay’ın aynı isimde ‘Atatürk’ün Sofrası’ (Truva Yayınları) kitapları, Murat Bardakçı’ın ‘Atatürk’ün Mutfağı’ (Turkuvaz Kitap, 2022) kitapları, başta Falih Rıfkı Atay’ın kimi yazıları, vs.
‘Independent/Türkçe’de yayımlanan (20 Haziran 2020) Mehmed Mazlum Çelik imzalı, ‘Siyasetin çetin muharebe meydanı: Atatürk’ün sofraları’ başlıklı yazı şöyle başlıyor:
“Atatürk hayatının sonuna kadar sofrasını bir mektep ve meclis olarak kullandı. Sofrasına sevdikleri de oturdu, sevmediği kişiler de. Bu sofraların en önemli özelliği ise bizzat Atatürk’ün moderatörlüğünde özgür bir siyasi ortamın meydana getirilmesiydi.”
Aynı yazıda masanın sürekli konuklarından olan (özel durumların dışında diğerleri Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın ve Yunus Nadi gibi Atatürk’ün itimat ettiği gazeteciler) Falih Rıfkı’dan bir alıntı da yapılmış:
“Masa bir cennet sofrasına dönüyor, lamba bir güneşi andırıyor, oda bir saray parçası havası içine giriyor, ‘Gelecek’, o zamanki Ankara’da bir serap gibi bile görünmeyen ‘Gelecek’ gözlerimizde canlanıyor, bir eski masaldaki peri kızı gibi atlı akıncıların, hemen hemen nal seslerini duyar gibi oluyorduk. Bütün gün içimizde yavaş yavaş, birer birer bütün ölmüş olanlar diriliyordu. Bir inanmışın iradesi nasıl mucizeler yaratıcısıdır, onu biz en çok tozunda boğulduğumuz, çamuruna saplandığımız, kaldırımsız, ışıksız, yuvasız, bahçesiz, bomboş Ankara’nın o günlerinde ve gecelerinde görmüşüzdür.” (‘Çankaya’, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yayınevi)
Çelik yazısında şu içki mevzuuna da yer vermiş.
Diyor ki:
“İsmet İnönü ve Feyzi Çakmak gibi isimler davet edilmeksizin işleri bitince icabet edebilirdi; fakat Fevzi Paşa içki içmediği için o geldiğinde alkol servis edilmez ve sofra meclisi gece yarısından önce bitirilirdi.”
Mustafa Kemal Atatürk, Selanik’te görevli olduğu yıllardan itibaren arkadaşlarıyla ve düşük rütbeli subaylarla sofra etrafında bir araya gelmeyi alışkanlık haline getirmiş. Daha o yıllarda Atatürk’ün sofrayı politik bir enstrüman olarak kullanması, belli kesimlerde rahatsızlık oluşturmaya başlamış. Özellikle İttihat ve Terakki’nin önderlerinden Enver Paşa, Mustafa Kemal’in sofra başı sohbetlerinden fazlasıyla rahatsızlık duymuş.
Mehmed Mazlum Çelik şöyle yazıyor:
“Mustafa Kemal, dost sofralarında dile getirdiği fikirlerini, İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nde dahi tekrar ederek rastgele konuşmadığını ispat ediyordu. Örneğin 1908 yılında İttihatçılara, askerlik ve sivil siyaset arasında bir tercihte bulunmaları gerektiğini belirtmişti. Enver Paşa ise Mustafa Kemal’i ‘hırslı ve açgözlü’ olarak niteleyerek sözlerinin ‘makam arzusuyla söylenmiş büyük bir kinden ibaret olduğunu’ düşünüyordu.”
“Mustafa Kemal’in sofra kültürü, gençlik yıllarından itibaren onu zevke ve eğlenceye düşkün bir kişi olarak tanıtsa da Paşa’nın özellikle Milli Mücadele’nin ilk yıllarındaki sofralarına baktığımızda bu tespitin tartışmalı olduğu görülüyor.”
“Ankara’da Ziraat Mektebi’ni kendisine karargâh olarak seçen Atatürk, parasızlık içerisinde olduğu ve annesinin ziynetini Osmanlı Bankası’na rehin bırakarak iaşe temin ettiği süreçte dahi sofra meclisi kurulmasına dikkat etmişti.”
“Kurulan bu sofralarda çoğu zaman et bulunmaz; bulgur, nohut, fasulye ve zeytin esas menüyü teşkil ederdi. Buna rağmen sofra mutlaka kurulurdu ve misafirler davet edilirdi. Çankaya Köşkü’ne geçildikten sonra, sofra da zenginleşmiş ve misafir kadrosu genişlemişti. Bu sofralarda çeşitli eğlence ve güreş gibi etkinlikler de icra ediliyordu; fakat sofranın asıl işlevi Ankara siyasetinin burada şekilleniyor olmasıydı.
Özetle; Atatürk’ün sofrasında hükümetler devrilip kurulmuş, muhalefet partileri açılmış ya da kapattırılmış, önemli devlet adamları çeşitli dedikodularla bu sofrada gözden düşmüş veya büyük inkılapların fitili bu sofrada atılmıştı.”
Gerek yazının başında sözünü ettiğim gerek söz konusu sofraların bana düşündürdüğü, Cumhuriyetimiz koca bir 100 yılı geride bırakırken, ilk yıllarına kıyasla kendini fazlasıyla hissettiren entelektüel çoraklaşma.
Yeni bir şey söyleyememek.
Bernard Lewis’in güncelliğini koruyan ‘Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği’ adlı kısa ama önemli eserinin sonunda şöyle bir bölüm var:
“Osmanlı Hariciye Nazırı olan Ali Paşa 1852 Eylül’ünde Paris Sefirine bir mektup yazarak Avrupa’daki diplomatik durum hakkında görüşlerini açıklamış ve o sırada milli birli mücadelesi içinde olan İtalya için şöyle demişti: Aynı dili konuşan, aynı dilden olan bir tek ırkın yaşadığı İtalya birliğe ulaşmak yolunda pek çok güçlükle karşılaşmaktadır. Şu anda elde ettiği tek şey anarşi ve asayişsizliktir. Eğer farklı milli emellere serbestlik tanınsa Türkiye’de neler olacağını bir düşünün… Durumu biraz olsun istikrara kavuşturmak için yüz yıl oluk oluk kan akması gerekecektir.”
Cumhuriyetimizi kuranların en büyük ve kutsal başarısı, onca emekle ve entelektüel katkıyla oluşturulmuş temel değerler, yüz yıl oluk oluk kan akmasını her türlü kışkırtmaya rağmen önlemek ve kuşkusuz yoktan var edilenlerdir.
Gelecek için hep birlikte devam edilmesi gereken, yüzyıllık başlangıcı geride bırakılmış yol da, aydınımızın vereceği moda olmayan düşünsel katkılarla bence budur.
Ekim 2023