Hulûsi Turgut’un yazdığı 'Atatürk’ün Ziraat Mühendisi Ali Numan Kıraç'ın etkileyici öyküsü bir ulusu inşa ederken kıraç toprakları yeşertmenin önemine vurgu yapan çok kıymetli bir kitap. Tarımın neleri dönüştürebileceğiyle ilgili de ders niteliğinde.
SİNEM DÖNMEZ – [email protected]
Çocukluğumdaki yerli malı haftasını, tahtadaki haritaları hatırlıyorum. Pamuk, ayçiçeği, buğday, pancar, elma, portakal ve daha dünya kadar meyve. Kendi kendine yetebilen bir tarım ülkesi. Dünyayla hemheves, hemzemin, hemzaman bir ülke. O zamanlar Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bir hayal. Kıraç ve bereketsiz toprağından verim, istikbal hasat edilen bir ülke.
Hulusi Turgut, bugün kimsenin hatırlamadığı, dahası önemsemediği bereketli toprakların hayalini kuran o gencecik ziraatçinin, Ali Numan Kıraç’ın etkileyici yaşam öyküsünü anlatarak hepimizin kalbinde bir ateş yakıyor. Bugün Can ve İnan Kıraç’ın babası olarak bildiğimiz, soyadı, kıraç bir toprağı iyileştirmek istediği için Atatürk tarafından bizzat verilen Ali Numan Kıraç’ın bir genç ziraatçi olarak yaşadığı hayat, bugünden bakınca kalbimizi gam yüküyle doldursa da, bir Türkiye Cumhuriyeti destanı. Hayatının her bir dönemi, bir ders kitabı. Türkiye’nin kuruluş yıllarında, eğitimi, tarımı, gençliği el üstünde tutan bakıştan sonra bugün geldiğimiz yer, üzücü.
Bu kitabı okurken bir vesileyle Nazım Hikmet’in ‘Kuvayı Milliye’ şiirini yeniden okudum. Nazım Hikmet’in dizelerindeki duyguyu yeniden hissettirdi bana. Kıraç bir toprakta çilek yetiştirme umuduna ve inadına sahip bir ülkenin, Türkiye’nin öyküsü bu. İşte o umudu anımsamak için Ali Numan Kıraç’ın hayat hikayesi ışıl ışıl bir kutup yıldızı. Atatürk’ün bugün ezbere bildiğimiz ama aslında ne dediğini düşünmediğimiz sözlerinin arkasındaki hikayeyi anlamanın da bir yolu. “Köylü milletin efendisidir” demiyor aslında, köylü milletin efendisi olmalıdır diyor. Nasıl ve hatta neden olmadı sorusunun cevabını da bu yaşam öyküsünde okumak mümkün.
93’ Harbi’nden kaçan Köstendilli Ali Süleyman Bey’in ailesi Balkanlar’dan göç eden pek çok aile gibi Hüdavendigâr vilayetinin Bursa şehrini memleket belliyorlar. 1895’te Zekiye Hanım’la evleniyor. Tek çocukları Ali Numan 1896’da doğuyor. Posta memuru olan Ali Süleyman Bey’in tayini Afyon’a çıkınca Ali Numan, ortaokulu orada okuyor. Mezun olduktan sonra da eğitimine Bursa’daki Ziraat Mektebi’nde devam etmek istediğini söylüyor. Burada bir parantez açmalı, 18’inci yüzyılın sonunda Tazminat Dönemi’nde mesleki eğitim alanında pek çok okul açılıyor. Bunların bir kısmı da ziraat okulları. İlki 1847’de Yeşilköy Ayamama Çiftliği’nde açılan okul. Bursa’daki Ziraat Mektebi ise 1891’de açılıyor.
Ali Numan, 1911’de başladığı bu okuldan, üç yıl sonra yani 1. Dünya Savaşı henüz başlarken, dereceyle öğretmen yardımcısı olarak mezun oluyor. Görevine başladıktan bir gün sonra da askere çağrılıyor. 1918’in sonunda Bursa’ya Ziraat Mektebi’ndeki görevine dönüyor. Fakat 1920’de Bursa işgal ediliyor. O da Ankara’ya gidip Kuvayi Milliyecilere destek vermeye karar veriyor. Kâh yürüyor kâh yolda karşılaştığı bir kağnı veya at arabasına biniyor. Ali Numan Efendi’nin hayatının dönüm noktası aslında burası. Atatürk’ün o ünlü inadı ve Kıraç’ın vatana olan bağlılığı yollarının kesişmesini sağlıyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa ile yolları bir araya gelmeyebilirdi, eğer o çiçeği burnunda ziraatçi, Bursa’da kalmaya razı olsaydı…
Çünkü Atatürk o zamanlar Ankara’da bir çiftlik kurmayı kafaya koyuyor. Uzmanlar olmaz dedikçe ısrar ediyor. Çünkü aslında imkansızı oldurmak istiyor. “İşte istediğimiz yer, böyle olmalıdır. Ankara’nın kenarında, hem batak, hem çorak, hem de fena yer. Bunu biz ıslah etmezsek, kim gelip ıslah edecek?” Neredeyse delilik, öyle değil mi? Bunu okuduğum andaki tüylerimin ürpertisini sizin de yaşadığınıza eminim. Çocukluğumdan beri türlü çeşitli Atatürk anıları okudum, hiçbiri bu söz kadar onu anlamaya bu kadar yaklaşmamı sağlamamıştı.
İşte meşhur “Köylü milletin efendisidir” sözünün aslı şu: “Milli ekonominin temeli, tarımdır. Önce ciddi etütlere dayalı bir tarım politikası tespit etmek ve onun için de her köylünün ve vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir tarım rejimi kurmak lazımdır. Türk köylüsünü ‘efendi’ yerine getirmedikçe, memleket ve millet yükselemez.”
Bu alıntının ardından, 1925’ten itibaren tarım için neler yapılmış, kısacık bakalım. Ankara’da Balgat, Yağmurbaba, Göğercinlik (Güvercinlik), Macun, Tahar, Ahi Mesud (Etimesgut) ve Çakırlar’da araziler satın alınılıyor. Her biri birer numune çiftliklerne dönüştürülüyor. Durmadan dikilen ağaçlarla ormana dönüşüp sonunda Gazi Orman Çiftliği, yani bugün bildiğimiz ismiyle, Atatürk Orman Çiftliği oluyor. Gazi Mustafa Kemal o dönem bu çiftliklerle bizzat ilgileniyor. Ahimesud’da yeni kurulan çiftliğin başına bir yönetici aradığı zamanda da yolları çiftlik müdürü Tahsin Bey sayesinde o dönem Ziraat Mektebi’nde öğretmenlik yapan Ali Numan’la kesişiyor. İkili arasındaki tarım sohbetleri o zamanlar başlıyor. Temeldeki sorusu ‘Verimsiz toprağı nasıl verimli kılabiliriz?’ olan sohbetlerde, konu bu mesele için gerekli yöntemler ve bilgiler nereden öğrenilebilir sorusuna dayanıyor. Cevap ise belli; Yeni Dünya. O zamanlar Amerika Birleşik Devletleri’nde kuru tarım, yani ‘Dry Farming’ yöntemi hem öğretiliyor, hem de bu yolla başarılı sonuçlar alındığı için, oradaki bilgiyi, birinin ‘ithal’ etmesi lazım oluyor.
Bu sırada, Gazi Çiftliği’nde bir bebek doğuyor. Cumhurbaşkanı bebeği görmeye gidiyor, Ali Numan Efendi’nin eşi Semiha Hanım’a, “Hanımefendi; bebeğin ismi Can olsun” diyor. Bir de altın hediye ediyor. Ali Numan Efendi arazide olduğundan karşılaşmıyorlar ancak akşam eve döndüğünde haberleri alan taze baba, altını görünce şaşırıp, iade etmek üzere Gazi ile görüşüyor. Gazi, bu davranışa çok içerliyor. Ancak kızgınlığı uzatmıyor. TBMM’de 1927’de 1109 sayılı ‘Ziraat ve Baytar Enstitüleri ile Âli Mektepleri Tesisine ve Ziraat Tedrisatının Islahına Dair Kanun’ tasarısıyla muazzam bir tarım dönüşümü başlıyor. O dönüşümün adımlarından biri de Ali Numan Efendi’nin eğitim için Amerika’ya gönderilmesi.
Ali Numan Efendi, yasanın yürürlüğe girmesiyle önce tek başına, ardından eşi ve çocuğunu da yanına alarak, üç yıllığına Amerika’ya; Kansas Eyalet Koleji ile Nebraska Üniversitesi’nde kuru tarım üzerine öğrenim görmeye gidiyor. Ziraatçı olarak gittiği yeni dünyadan, sevdiği vatanın topraklarını ıslah etmek üzere ziraat yüksek mühendisi olarak dönüyor. Döndüğünde Mustafa Kemal’e Eskişehir’de görev almak istediğini söylüyor. “Eskişehir’de ne işin var çocuk? Burada hemen göreve başla. Güzel bir aile yuvan var, yeni doğmuş bir çocuğun… Onun da eğitimi söz konusu” diyen Atatürk’ü dinlemiyor. “Ülkemizde kuru tarıma en uygun toprakların Eskişehir’de olduğunu tespit ettim. Memleketimize borcum var. Amerika’da kazandığım bilgimi, o topraklarda memlekete faydalı hale getirmek istiyorum” diyor.
Aynı yıl birbiri ardına önce Yüksek Ziraat Mektebi açılıyor. Üç yıl sonra bu kurum Ziraat, Orman, Baytar, Ziraat sanatları ve Tabiat İlmi adlı beş bölümden oluşan Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne dönüştürülüyor. Peş peşe İstanbul, Bursa, İzmir, Adana’da Orta Ziraat Okulları, Hayvan Sağlık Memurları Okulu açılıyor. Bununla kalınmıyor. İpek Böcekçiliği, uygulamalı ziraat, tarım makinistliği, teknik ziraat, teknik bahçıvanlık okulları açılıyor. Köylüden alınan vergiler kaldırılıyor, para ve kredinin yanında eğitim almaları sağlanıyor, toprağı olmayan çiftçilere toprak dağıtılıyor, Aşar (üretilen mahsulden alınan vergi) vergisi kaldırılıyor.
Atatürk, Ali Numan Efendi’ye Soyadı Kanunu çıktığında ‘Kıraç’ soyadını veriyor. Bildiği her şeyi hem teorik hem de uygulamalı olarak öğretiyor Ali Numan Kıraç, 1937 yılında iki ciltlik bir kuru tarım kitabı yazıyor. O dönem yazdığı makalelerden birinden ufacık bir alıntı yapmak isterim:
“Türk atasözlerinden biri olan ‘Ya herk (nadasa bırakılan tarla), ya terk et’ sözü çok kıymetlidir. Bu söz, atalarımızın vaziyeti çok güzel etüd ettiklerini göstermeğe yeter. Hülâsa etmek lâzım gelirse, diyelim ki Türk çiftçisi sanatını bilerek yaparsa, toprakta ve tabiatta hiçbir kusur yoktur. Muvaffak olabilir. En kurak senelerde bile bir hektardan 100 kilo mahsûl kaldırmak, onun elindedir.”
Bugün dünyada en büyük meselelerden biri, gelecekte tarım arazileri ve tarımdan alınan ürünün artan dünya nüfusuna yetmeyeceği gerçeği. Uzmanlar, buna çözüm olarak da modern tarımı terk edip Japonya’daki Fukuoka öğretisi ve onarıcı tarım yöntemleri gibi toprağı kendine haline bırakmak olduğunu yeni yeni keşfetmeye başladı. Kıraç’ın bundan 100 yıl önce bugün konuşulan yöntemlere işaret ettiğini görmek, insana kocaman bir elması çöpe atmış gibi hissettiriyor.
Görevleri saymakla bitmez ancak 1945-48 yılları arasında, Eskişehir Halkevi içinde köy eğitmeni kursu açıyor. Çiftçilerin bu teknolojilerle çalışmayı benimseyerek yeni koşullara adapte olacak şekilde ‘dimağen de büyük inkişafa muhtaç’ olduklarını söylüyor. Kurslardan yetişenlerin okul, öğretmen bulunmayan köylerde okuma yazma öğreteceği, köylülere ziraat bilgisi vereceği bir sistem başlatıyor. Bu arada, Kıraç, memurluktan istifa edip 1946’daki seçimde CHP’den milletvekili adayı oluyor. Seçilmiyor. Gerisi yokuş aşağı.
Demokrat Parti’nin iktidarının ilk yılında Başbakan Adnan Menderes’in kurduğu ilk kabinedeki tarım bakanı Nihat İyriboz döneminde Atatürk Orman Çiftliği Müdürü ve Devlet Üretme Çiftlikleri Genel Müdürü ve Tarım Bakanlığı müsteşarı oluyor. Marshall Planı başlarken İyriboz yürütmeyi Kıraç’a veriyor. Fakat Kıraç, mimli. Hem CHP adayı, hem fazla ‘kamucu’. İyriboz, Menderes’in isteğini reddedip Kıraç’ı görevden almayınca işler sarpa sarıyor ve kabine dağıtılıyor. Yeni tarım bakanı 1951’in sonunda göreve gelir gelmez, Kıraç emekliye sevk ediliyor. Eşyalarını toplayıp İstanbul’a taşınıyor. İki yıl kadar sonra vefat ediyor.
Hulusi Turgut, Kıraç’ın yaşamını dönemin tarım başta olmak üzere gelişmeleriyle beraber anlattığı için, epey derin, o dönemin politikasını da kavrayacak şekilde bilgilendiğiniz de bir kitap bu. Sadece, kitaptaki sürekli tekrarlanan milli mücadele yılları ve anlarına geri gidişler, hikayeyi takibi zorlaştırıyor. Elbette biyografinin doğasında bulunan bir tarih yazımı niyetini anlamakla birlikte, biraz fazla geldiği anlar oluyor. Tabii ki kitabı okuma deneyiminize bağlı, iki kitapmış gibi okumak mümkün.
Dallardan düşecek kadar büyük ayvalar, kıpkırmızı, mis gibi kokan domatesler. Günün birinde bir hayaldi. Gerçek oldu. Sonra da zayi… ‘Atatürk’ün Ziraat Mühendisi Ali Numan Kıraç’, tohumun, ağacın, bir tane buğdayın anlamını, tarımın aslında neleri dönüştürebileceğini anlamak için de çok kıymetli bir kitap. Ali Numan Kıraç’ın yaşamı, bugün önümüzü aydınlatmak, her daim bereketini içinde saklayan toprağa nasıl bakarsak, bize öyle bakacağını hatırlatmak için de bir ders kitabı olabilecek kadar mühim.
Atatürk’ün Ziraat Mühendisi Ali Numan Kıraç
Hulûsi Turgut
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Yayınları, 2024
biyografi, 336 sayfa.