Mevsim Yenice, 'Fil Gözü'ndeki öykülerinde her okura kendi yaralarını kaşıyabileceği özel boşluklar bırakıyor. Yenice, benzer sancılardan doğan, atmosfer ve dil anlamında ne eksiği ne fazlası olan sekiz öyküyü güçlü metaforlarla inci gibi işliyor.
Mevsim Yenice’nin yeni kitabı ‘Fil Gözü’ onca zaman sabırsızlıkla beklediğime değdi. “Öykü ya da öyküler beklediğime değdi” demiyorum çünkü kitap ıskalamadan, bir bütün olarak beni çok mutlu etti.
‘Fil Gözü’ benzer sancılardan doğan sekiz öyküden oluşuyor. Öykülerin her birinin atmosferi çok güçlü. Okura anlatmayıp gösterdiği hikayeleri ve karakterleriyle tüm öykülerin empati kasımı ayrı ayrı çalıştırdığını söyleyebilirim. ‘Fil Gözü’nde hamamın yoğun buharından havasız kalırken, ‘O’nda kendi derime, tenime, ‘Sifon’da ise şehre sığamadım. ‘Buzda Balık Avı’nda donmuş nehrin altında nefesimin kesildiğini hissettim adeta.
Atmosfer ve dil anlamında ne eksiği ne fazlası olan bu öykülerin, güçlü metaforlarla da inci gibi işlendiğini öyküler üzerinden örneklerle vermek isterim.
İlk öykü ‘Konveksiyonel Akım’da ayrılığın karakterin zihnindeki çağrışımına bakar mısınız? Bu nasıl bir ifade ediş biçimi diye sormadan, karnınıza ağrılar girmeden okuyabilmek mümkün mü burayı?
“Onun benden ayrılan, kopan kenarlarına bakıyorum. Tek gözünü kısışındaki çocuksuluk benden ona kalmış bir iz olabilir mi? Belki de gülerken dudağının kenarında beliren çukuru benim çıkık elmacıkkemiklerimden ayırdılar. Televizyon seyrederken uyuklamayı, yaz kış çorap giymeyi kim kimden aldı? Kıtalar ayrıldığında sabahları şarkı söyleyerek duş almak kimde kalacak?”
‘Fil Gözü’ndeki öykülerin en sevdiğim özelliği de her birinin ayrı ayrı kabına sığmayan, kendine sığmayan karakterleri üzerinden üstü örtülen, anlatılmayan, konuşulmayan, adı konulmayan dertleri dert ediniyor olmaları. Karakter kimdir, necidir, şimdiye kadar ne yapmış ya da yapmamıştır hatta bazen ne düşünür, ne yapar bunları bilmeden, bilmeye ihtiyaç dahi duyurmadan anlatıyor derdini öykü. Boşlukları okurun zihni dolduruyor. İşin eğlenceli kısmı da burada başlıyor. Çünkü yazar burada her okura kendi yaralarını kaşıyabileceği özel boşluklar bırakıyor.
Buzda Balık Avı öyküsü, bir belgesel üzerinden insan denen hayvanın sert kabuklarının altındakileri düşündürdü bana.
“Güneş ışınları buz tabakasının üzerinde parıldıyor. O kalın bariyerin altında canlı bir hayatın var olduğunu, bir nehrin hiçbir şeye aldırış etmeden akmaya devam ettiğini, balıkların devinimle bir an suyun yüzüne çıktığını hayal etmek, buna inanabilmek epey zor.”
İlk açlığımı giderdikten sonra kitabı ikinci kez okumak istedim. Bu sefer öykülerin sıralamasını da çok sevdiğimi, konu ve üslup olarak kitabın çok bütüncül olduğunu fark ettim. Bir noktada öyküler hem birbirinden apayrı hem ilginç bir şekilde çok iç içe geçmiş gibi gelmeye başladı. Tıpkı bu kitapta da kendine yer bulan ‘Sifon’ öyküsündeki gibi büyülü bir andan, yazarın adeta anlattığı şeyi biçime dönüştürmesinden bahsediyorum.
“Sonra arkadan gelen garson kızın, masadaki anneyle oğulun, önlerinde tamamlayamadıkları yapbozla eksik parçalarının, sokağın, karşı duvarın, kadının siyah paltosunun, dünyanın, kirin, pasın, tüm parçaların camekanın yansımasında birleştiği büyülü bir an oluyor. Tüm parçalarınızla bir diğerinizin boşluğunu tamamladığınız büyük ve karışık bir yapboz oluveriyor bir an. Üç boyutlu bir birleşme anı. Büyüleniyorsun. Kımıldamadan izliyorsun. Çok geçmeden garson kız ayrılıyor bütünden. Elindeki boş pasta tabaklarıyla mutfağa doğru yok oluyor. Oğlunu tuvalete götürmek için masadan kalkıyor annesi. Topuğun kırılmış parçasını eline alıp sendeleyen yürüyüşüyle sokaktaki kadın da siliniyor. Geriye bir tek içerideki lambaların yumuşak, yorgun yansımasıyla sen kalıyorsun.”
Kitaba adını veren ‘Fil Gözü’ öyküsü farklı okumalara açık oluşuyla kalbimi kazandı. Daha önce ilk öykü kitabı ‘Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nde -bence yıllara meydan okuyan ve hâlâ en özel olan- ‘Açık Artırma’ öyküsündeki Ahmetcan ve dedesi gibi tatlı bir karakter öyküsü gibi başlayan, herkesin dede torun zannettiği Çetin ve dayısının hikayesi tam bir ters köşe oldu benim için. Oldukça rahatsız edici bu öyküde ‘annesinin hastalıklı bir sevgiyle bağlandığı abisi’ne bakmak zorunda kalan ve ‘birbirlerine ölesiye benzeyen mavi kısık gözleri ve incecik bedenleri’ ile Çetin ve dayısının hikayesini okuyoruz. Çetin bir noktaya kadar her şeyi kabul edilebilir bulsa da ‘tanımadığı bir adamı yıkama görevini kabullenemez’ Sonuçta annesinin önerisiyle dayısını yıkanmak üzere hamama götürmeye karar verir.
“Tüm bunlar dayısını evde yıkamamak içindi. Neden? Onu çıplak görmemek için mi? Kendini. Evet kendini. Çocukluğunda, annesi onu banyoda sertçe sabunlarken, sırtının tam ortasına geldiğinde oradaki beni öperdi. Dayısında da aynı yerde, aynı büyüklükte bir ben olduğunu anlatırken sesi çatallanırdı. ‘Büyük adam olacak dayısı gibi benim oğlum!’ Uzuvlarına bakardı Çetin, minik ellerine, ayaklarına, ince bileklerine ve iki bacağının arasından sarkan küçük çıkıntıya.”
Kitabın finalinde artık daha yumuşak, tabiri caizse başımızı okşayan, hafif bir öykü beklerken ‘Buna Şans Denirse’ öyküsü geliyor ve adeta tokatla başlayan kitap, tokatla bitiyor. Yine oldukça rahatsız edici, kasvetli, sıkışmışlık hissini iliklerinizde hissedeceğiniz çok yoğun bir öykü. Sekiz odalı ve bir zamanlar yaşam dolu olan kocaman bir evde artık tek bir oda ve avluda yaşamını devam ettiren büyük hala, yeğeni ve kirpi Titi’nin karanlık ve tekinsiz bir karnaval tadındaki hikayesini okuyoruz.
“Yine de onun için üzülüyorum. Yolunu şaşırıp bu avluya geldiğinde minik bir bebek kirpiydi. Büyük hala onu bulduğuna çok sevinmişti. Gitmemesi için kaçabileceği her deliği kapadı.”
Bir çekirdekten yola çıkarak, parçadan bütüne giden, metaforlarla zenginleştirilip o bağlam çevresinde örülmüş diyebiliriz ‘Fil Gözü’ndeki öyküler için. Hatta öyle ki, o tek çekirdekten çıkan dert, bütün bir kitaba yayılıp, bir nakış gibi işlenerek katman katman açılarak sekiz adet sihirli hikâye ortaya çıkarmış.
‘Lokal Anestezi’ öyküsünün girişindeki epigraf tercihinde yazdığı gibi “Kanserin başladığı, kalbin kırıldığı ve ruhun bulunmayabileceği bir iç dünyaya” dair çiçek gibi bir öykü evreni kuran Mevsim Yenice’nin ‘Fil Gözü’nü öykü sevsin sevmesin herkese mutlaka tavsiye ederim.