Polonyalı Tomasz Jedrowski’nin dikkat çeken romanı 'Karanlıkta Yüzmek', komünizmin çöküşünü yasa dışı bir aşkın melankolisiyle biçimlendiriyor. Gençlik aşkı, büyüme, kaybetme, özgürlük ve keder üzerine kalp titreten bir queer anlatı.
HÜLYA AVTAN / [email protected]
“Bunu okumanı isteyip istemediğimi bilmiyorum ama yazmam gerektiğini biliyorum… Susunca bir şeyler unutulup gitmiyor.” Polonyalı yazar Tomasz Jedrowski’nin ilk romanı ‘Karanlıkta Yüzmek’ bir tür yakarışı andıran bu içli giriş ile açılıyor. Ve daha en başından okurunun ilgisini yakalayacak bir merak duygusuna vesile oluyor. 1981 yılının New York’unda geçen hikâyenin baş anlatıcısı Ludwik’in kaleme aldığı bu mektup hem yitirilen aşka ağıt hem de terk edilen vatana dair günah çıkarma.
Yayımlandığı sene özellikle ABD ve İngiltere’de çok ses getirmesinin yanında yayıncılar arasında da heyecan yaratmayı başaran ‘Karanlıkta Yüzmek’, Birleşik Krallık’ın ilk ve en geniş kapsamlı LGBTQ+ Kitap Ödülleri’nde kısa listeye kalarak bu heyecanı perçinlemişti. Almanya’da geçen çocukluğunun ardından Cambridge’de hukuk okuyan ve Paris’te yaşayıp İngilizce yazan Jedrowski’nin ilgi çekici yaşam öyküsünün de onu cazip hale getirdiği şüphesiz.
Guardian’ın “Evvela içinde geliştiği duygusal dürüstlüğün, ardındansa Polonya Birleşik İşçi Partisi’nin acımasız baskıcı mekanizmasının incelikli bir anlatısı” diyerek övdüğü ‘Karanlıkta Yüzmek’, komünizmin çöküşünü yasa dışı bir aşkın melankolisiyle biçimlendiriyor. İthaki Yayınları aracılığıyla Türkçede okurla buluşan kitap, yitirilen masumiyete dair nostaljik olduğu kadar çarpıcı ve cesur bir keşif.
“Bedenim tükenmiş halde, tıpkı savaştan çıkmış yabancı bir ülke gibi. Yine de uykuya dalamıyorum.”
Henüz 20’li yaşlarının başındaki Ludwik, her şeyiyle siyasi olarak paramparça hale gelmiş Polonya’dan kaçıp New York’a yerleştikten sonra yazıyor bunları. Mektubun adresi ise Ludwik’in ardında bıraktığı sevgilisi Janusz. Jedrowski’yi şimdiden James Baldwin, Edmund White, Alan Hollinghurst ve André Aciman gibi isimlerle yan yana getiren bu queer roman, gençlik aşkı, büyüme, kaybetme, özgürlük ve keder üzerine kalp titreten bir anlatı.
Tarihin karanlığında yitip giden bu sevda, ardından belki de birbirlerini bir daha hiç göremeyecek iki sevgili, dost bırakıyor. Bir uçta komünist rejimin bir yıkıntıya dönüştürdüğü Polonya’dan kaçıp çocukluğundan itibaren nefret etmek üzere yetiştirildiği kapitalist bir ülkeye “Buz gibi bir tavan arasında fare gibi yaşama”yı göze alarak giden Ludwik ve onun özgürlük düşü, diğer uçta her şeye rağmen umudunu yitirmemekte direnerek bu baskıcı rejimle mücadele etmeyi seçen Janusz.
Ludwik, annesi ve büyükannesiyle 60’lı yılların harabe Wroclow’ında geçirdiği çocukluk yıllarını anlatarak başlıyor söze. Henüz dokuz yaşındayken komünyon toplantısında Beniek’e âşık olduğunda eşcinselliğinin farkına varıyor. “Sesizlikle silinemeyen” şey ise 1980 senesinde yaz çalışma kampında Janusz’la tanışmalarıyla ateşlenen ilişkileri oluyor. Hükümetin lanetlediği eşcinsel ilişki sahte kapakların arasına yapıştırılmış ‘Giovanni’nin Odası’nın yasadışı kopyası ve gece yüzmeleriyle filiz veriyor. Karanlıkta yüzmeye benzeyen bu aşk, tıpkı onun gibi yönünü tayin etmesi mümkün olmayan ürkütücülük ve tekinsizlikte.
“Varlığında doğuştan gelen bir zarafet vardı.” Ludwik, Janusz’u ilk gördüğü anı hatırlarken şöyle devam ediyor: “Kendinle ve dünyayla barışık gibiydin, sanki zihnine hiç korku girmemiş gibiydi.” Yaz kampının çitlerinin ardında pastoral bir düşü andıran bu rastlaşma, kampın sona erip de “Dişleri dökülmüş bir ağız”a benzeyen şehre dönmeleriyle gerçek dünyanın acımasızlığında bir kabusa dönüşüyor.
Nitekim ‘yasak aşıklar’ Varşova’ya vardıklarında Parti’nin acımasız gerçekleriyle yüzleşmekten başka çareleri de kalmıyor. Bu andan sonra Cennet’ten sürgün edilen Ludwik ve Janusz’un nasıl hayatta kalacaklarına karar vermeleri gerekmekte. İçi boşaltılmış uğursuz binalar, üniversiteler üzerindeki rejim baskısı, yiyecek ve ilaç kıtlığı ile karanlık güçlerin hüküm sürdüğü başkent, iki aşığın ideallerinin de birbiriyle çarpıştığı muharebe meydanına dönüşüyor. Ve nihayetinde farklı seçimleri yüzünden kendilerini parçalanmış bulmaları kaçınılmaz oluyor.
Karşıt siyasi fikirler arasındaki tartışmaların bugün bile güncelliğini koruduğu 1980’lerin Doğu Blok’u benliğin keşfedildiği eşcinsel aşk hikayeleri kanonuna yeni bir perspektif ekliyor. Hangisi daha zor? Gitmek mi yoksa kalmak mı? Karanlıkta parıldayan yüzeylerin ışıltılı cazibesi ile korkutucu ve tahmin edilemez derinliği arasında gidip gelen anlatı, yozlaşmış bir devletin şiddetinin karşısına direnişin mümkün farklı biçimlerini ve zarafetini koyarak kulaç atıyor.