Arjantinli Camila Sosa Villada, pek çok ödül kazanan romanı 'Kötü Kızlar'da, Latin Amerika'da transların yaşamını son derece canlı ve derinlikli anlatıyor. Kısa sürede ikinci baskıyı yapan kitapta anlatılanların bu denli bize benzemesi sinir bozucu.
Yaşamımız boyunca pek çok karar alıyor, değişiyor, dönüşüyoruz. Adımızı, yaşımızı, giyimimizi, politik görüşümüzü, dinimizi değiştirebilir, başımızı açabilir ya da kapatabiliriz, tipimizi değiştirmek için ameliyat olabiliriz, peki kaçımız içine doğmuş olduğumuz bedeni ve varoluşumuzu belirleyen kimliği tamamen değiştirmeye cesaret edebiliriz?
Erkekler dışındaki tüm kimliklere zorlu bir yaşam sunan bu coğrafyada kadınlar, geyler ve bu kimliklerin en dezavantajlısı olagelen translar ölmemeye çabalıyor. Trans Onur Haftası’nda yazdığım bu yazıya başlamadan az evvel Eskişehir’de bir transın müşterisi tarafından öldürüldüğünü öğrendim. Bundan altı ay evvel Kadıköy’de bir binadan aşağı “Ecelimizle ölmek istiyoruz” yazan bir pankart sallandırıldı. Bu cümlenin vuruculuğu, acılığı, yazılmasına sebep olan çaresizlik hakkında çok düşünmüyoruz bence. Şu hayatta eceliyle ölmek istemekten öte ne olabilir?
Arjantinli yazar Camila Sosa Villada, 2019’da yayımlanan ilk romanı ‘Kötü Kızlar’da özyaşamından yola çıkmış, çocukluğundan bu yana yaşadıklarını, ailesini, seçilmiş ailesi olan arkadaşlarını, işyeri olan Sarmiento Parkı’nı otokurmaca diyebileceğimiz bir biçimde ama yer yer Latin Amerika’nın alametifarikası büyülü gerçekçilikten faydalanarak yazmış. Pek çok ödül alan romanın dilimize çevrilip bu topraklarda okunabilmesi çok önemli, çünkü birazdan bahsedeceğim önsözde yazarın da belirttiği üzere üçüncü dünya ülkeleriyle Kuzey’in beyaz ülkelerinde bu hikâyeler aynı biçimde yaşanmıyor.
Kitabın önsözü çok önemli ve öğrendiğim kadarıyla her çeviride bulunmuyor. Bence ‘Kötü Kızlar’ın Türkçede bu önsözle yayımlanması Medusa Yayınları için büyük bir artı:
“Bize trans kadınlar olduğumuzu, transseksüel olduğumuzu, trans bireyler olduğumuzu söylediler, hatta cinsiyet disforisinden ve cinsel muhaliflikten bile bahsettiler. Bir kez daha kuzeyden bize kendi literatürlerini dayatıyorlardı, oysa biz burada hayatta kalmakla, yaşamakla, düzüşmekle, hatta toprakla bile olsa bir şekilde beslenmekle meşguldük. (…) Fakat sokakta bizi o toprağa gömülü, eski kelimeyle vaftiz ederek adeta bir yuva olan güzelliğimize bilhassa vurgu yapmış oldular. Travesti! diye seslenmeleri yetiyordu. İşte bu yüzden ben Trans Kadınlar demiyorum, ameliyathanelere yakışır, o neşter gibi soğuk terimlerle konuşmuyorum. Kötü Kızlar travestidir ve dünya yansa bile başka bir adla anılmak istemezler.”
Roman, Camila’nın travestilerle birlikte iş tuttuğu parkta başlıyor. Roman boyunca pek çok karakterle tanışacağız ama en etkilisi 178 yaşındaki Encarna Teyze. İspanya’dan göçmüş, neler neler görüp geçirmiş, bacağında kurşun yaraları, her tarafında yara bereyle yaşayan bu yaşlı travesti pembe boyalı evini parktaki tüm travestilere, yardıma ihtiyacı olan, kovulmuş, dövülmüş, kendisini arayan gençlere açmış. Bir gece Encarna Teyze’nin parkta dikenli çalıların dibinde bulduğu bebekle başlayan roman, yine onlarla ama çok hüzünlü bir biçimde bitiyor. Evdekilerin Gözleri Işıl Işıl adını verdikleri çocuğu en başta kirinden arındırma, sonra besleme, uyutma ve göz kulak olma işleri öylesine coşkulu bir biçimde anlatılmış ki sözcüklerden kurulmuş bu yuvada, kimsesizken birbirinin ailesi olmuş bu insanların başına geleceklerden korkarken buluyoruz kendimizi çünkü hiçbir travesti masalı mutlu bitmiyor, biliyoruz.
Gözleri Işıl Işıl büyür, Encarna Teyze mütemadiyen çocuğu emzirdiği silikonlu memesinden süt getirmeyi başarır, evdeki dilsiz María çocuğun dadısı olur ve yavaş yavaş bir kuşa dönüşürken biz aralarda Camila’nın yaşamını, bekaretini nasıl kaybettiğini, hayatta hâlâ en çok korktuğu babasını, en başta temizlik işinde çalışırken seks işçisi olmak zorunda kaldığını, uğradığı tecavüzleri, yediği dayakları, poliste gördüğü muameleyi okuyoruz.
Camila travestilerin arasında en küçük olduğu için korunup kollanırken, hayatını artık travestilere yardım etmeye adayan Encarne Teyze onun en büyük yol göstereni:
“Bize karşı bir anne, bir teyze gibiydi. Hepimiz onun evinde kalır, parktan çaldığı bebeğe bakardık. Çünkü bir anlamda o bize direnmeyi öğretmişti, direnmeyi ve kendimizi savunmayı, sistemin cezalandırdığı aslında sevecen insanlarmışız gibi numara yapmayı, market kuyruğunda gülümsemeyi, her zaman teşekkürler demeyi, lütfen demeyi, daima lütfen demeyi. Bir de pardon demeyi öğretmişti, habire, durmadan, pek çok defa pardon demek lazımdı, çünkü insanlar bizim gibi orospulardan bunu duymak isterdi.”
Bu arada Camila Sosa Villada romanı son derece canlı ve derinlikli yazdığı için ne kimseyi mükemmel gösteriyor ne de kimseyi tamamen kötü olarak çiziyor. Biz roman boyunca geçen üç dört yılda kendisini çocuğuna adayarak değişen, huysuzlaşan ve yalnız kalan Encarne Teyze’yi de, evi terk eden travestileri de, kuş olup uçan ve bahçeden çocuğa gözcülük yapan María’yı da, dolunay zamanı canavara dönüştüğü için başında nöbet tutulan Natalí’yi de, dev anası rahibe şaman Paraguaylı Machi’yi de anlıyoruz.
Romanda pek çok travestinin dışında Afrika’daki savaşlardan kaçan mülteci Başsız Adamlar, iyi sevgililer, kötü kocalar, pezevenkler, evleri taşa tutan komşular, para vermemek için orospuları döven erkekler, travestilerin üzerinde sapık fantezilerini deneyen gençler ve kimsenin görmek istemediği ama hep travestilerin yanında olan köpekler var. Her şeyin bu denli bize benzemesi sinir bozucu.
Tüm bu anlatılanları okumak, bilmeyenler için kolay değil, bilenler için bile bazen fazla geliyor. Roman pek çok yerde kan, gözyaşı ve dışkıdan oluşuyor. Ama Latin Amerika edebiyatının yaşanan sömürge savaşlarıyla, askeri diktalarla, işkence ve ölümlerle yani katı gerçekle baş edebilmek için sığındığı büyülü gerçeklik bizim de kurtarıcımız oluyor. O nedenle Camila Sosa Villada çok zor şeyler anlatmış olsa da kuşlar, canavarlar, yüz yetmiş yaşına kadar yaşayan travestiler, iyi kalpli Başsız Adamlar’la olan biteni daha kolay sindiriyoruz. Tabii yine de yaşanan ayrımcılık, şiddet, polisin aşağılamaları, Gözleri Işıl Işıl’ın okulda yaşadıkları, AIDS’ten ölen arkadaşlar, travestilerin yavaş yavaş elinden alınan evleri, mahalleleri ve en sonunda parkı okumak yüreğimize taş gibi oturuyor.
Romanın sonunda ise bu adaletsiz dünyanın camını çerçevesini indirmek istemek en insani tepki…
Bundan üç beş sene önce Kanada’daki bir mahkeme sonucundan akademiye, oradan sanat dünyasına yayılan ve kamplaşmalara sebep olan terf (trans dışlayıcı radikal feminist) ve trans aktivistlerin tartışmasının ne kadar teorik olduğunu anlamak için ya bizimki gibi bir ülkede translara yakın yaşamak ya da böylesi bir romanı okumak gerek. Başını JK Rowling’in çektiği terf grubu sosyal medyada nefret saçmaya devam eder, yine akademide bu bahsettiğim ülkelerde rahat pozisyonlarda olan cis kadın ve erkekler sosyal medyada ya da dergilerde bu mesele üstüne makaleler döktürürken, bizim tek gerçekliğimiz eceliyle ölmek isteyen insanlar. (Bu arada geçtiğimiz hafta bir kitap sitesinde ‘Kötü Kızlar’ üzerine yazılan bir yazının JK Rowling övgüsüyle başlamasına ne demek gerekir bilemedim.)
Medusa Yayınları sadece kadın yazarların kitabını yayımlayan çiçeği burnunda bir yayınevi. Pek çok sebeple uzun süredir ülkemizde yayımlanamayan ‘Kötü Kızlar’ın ikinci kitapları olması onların cesaretini gösterirken bizim de gururumuz oldu. Şimdiden ikinci baskıyı yapan bu kitap keşke çok okunsa ve “Gündüz dışarı çıkamazdık” diyen travestiler için bir şeyler değişse… Banu Karakaş romanı gerek şimdiki zaman ve geniş zaman arasındaki geçişlerin ustalığıyla, gerek lubunca terimlere, argoya ve küfre hakimiyetiyle mükemmel çevirmiş. Yine kitabın Hamdi Akçay tarafından hazırlanan kapağı romanın detaylarıyla rengârenk ve etkileyici. Medusa Yayınları hoş geldi, iyi ki geldi.