Amerikalı yazar Lucy Ellmann'ın 2019 Booker Ödülü kısa listesine kalan 1043 sayfalık dev romanı 'Ördekler, Newburyport', dört çocuklu bir ev kadınının içsel monoloğu. Benzeri olmayan, tek cümlelik bu sıra dışı romanı elinizden bırakamıyorsunuz.
Jane Austen ve Amy Adams ve tabii ki Meryl için…
Daha evvel yazdığım tüm yazıları unutup buraya konsantre olmanızı rica edeceğim. Bu diyeti ödemek için neredeyse bir haftadır kıvranıyorum çünkü tastamam bir haftadır ayaklarım yere basmıyor, hülyalı hülyalı dolanıyorum. Epeydir kenarda tuttuğum, okumayı reddettiğim, kendimce triplere girdiğim bir kitabı, ‘Ördekler, Newburyport’ okuyordum son bir haftadır; aklınıza gelebilecek her yerde… Böyle bir roman bu, sel gibi, taşkın gibi, heyelan gibi okuru alıp götürüyor. Çok fazlasını talep ediyor, fakat bunları yaparken yormuyor, üzmüyor, bazan kalbinizi kırıyor sadece; ufacık. O da hassas ya da duygusal bir okursanız; ben öyleyim. Bağlanırım hemencecik, başka şeyler düşünemem, mütemadiyen kitapla yatar kalkarım. ‘Ördekler, Newburyport’ta bunun ötesine geçtiğimi itiraf etmeliyim, girdaba kapıldım gittim.
Bu kitabı yazacağım, fakat nasıl diye uzun bir müddet düşündüm. Çünkü genelde bir kitap üzerine düşüncelerimi sıralarken hiç tereddüt etmem, akar gider kalemim. ‘Ördekler, Newburyport’ için başka bir durum söz konusu: Öncesinde okuduğum hiçbir şeye benzemediği için, kelimelerin de nasıl dizileceğini bilemiyorum şu an, deneyeceğim. Kitaba geçmeden evvel, idealist Yedi Yayınları’na ve bu deli, kaçık, maceraperest romanı azimle, sabırla, direnerek çeviren Mahir Koçak’a teşekkür ederek başlamak istiyorum sözlerime.
Amerikan Edebiyatı bölümünden mezun oldum fakat tabii tüm Amerikalı yazarları bilmeme, okumama imkân yok. Daha evvel Lucy Ellmann okumamıştım. ‘Ördekler, Newburyport’ çevrileceği haberini görünce heyecanlanmıştım, hem yeni bir yazarla tanışacaktım hem de bilgi edindiğim kadarıyla hiçbir metne benzemeyen özgün bir eserdi. Dahası Ellmann, bu kitabıyla 2019 Booker Ödülü’nde, Margaret Atwood, Bernardine Evaristo ve Elif Şafak’la birlikte kısa listeye kalmıştı; ismini ilkin öyle duymuştum.
Lucy Ellmann Amerikalı ama aslında İngiliz, şimdilerde İskoçya’da yaşıyor. Feminist, ekolojist, çocuk sahibi olma karşıtı bir yazar. Birçok kitabı var ama ‘Ördekler, Newburyport’ ile sansasyon yaratmış. Küçükken heykeltıraş olmak istermiş fakat sonra vazgeçmiş.
‘Ördekler, Newburyport’ romanının fikri ‘Aman tanrım biz doğaya ne yaptık!’ fikrinden doğmuş, Türkçesinde ‘gerçek şu ki’ diye aktarılan ‘the fact that’ kalıbını sayfanın ortasına yazmış, sonra bir sayfa boyunca bir dolu şey sıralamış, böylece biçem de kendiliğinden oluşmuş. Eleştiriler arasında pek çok kez zikredilen ‘E bu alışveriş listesi minvalindeki romanın 1000 küsur sayfa olmasına gerek var mıydı?’ fikrine şöyle cevap vermiş Ellman: “Bir şeyi anlatmanın sınırlı sayfası mı olur? Ayrıca kırılıyorum, romanımın sekiz cümle olduğunu hesap edip durmuşlar ama benim romanım tek bir cümle!” Gerçek şu ki, mezar taşına “BİR CÜMLE, SEKİZ DEĞİL” yazdıracakmış.
Lucy Ellman’ın başucu kitapları, Virginia Woolf’un ‘Mrs.Dalloway’i ile Galli yazar Caradoc Evans’ın ‘My People’ isimli toplu öyküleriymiş. En büyük hayranlığı Jane Austen’a imiş (hangimizin hayranlığı yok ki) ve yazarın sükseli ironisiyle mizahının yanlış yorumlandığını düşünüyor. Ben yazsaydım dediği romansa ‘Moby Dick’. Yazara dair son söz onun cümlesi olsun: “Artık erkeklerin, kadınlar tarafından yazılan kitapları okuma zamanı geldi!”
1043 sayfalık romanımız, temel olarak dört çocuklu bir ev kadınının düşüncelerini aktarmasından ibaret, fakat bu romana ‘Bilinç akışı tekniğiyle tek bir karakterin sesini duyduğumuz bir eser’ demek hem Ellmann’ın dehasına hakaret, hem de romanı küçümsemek olur. Zira eser aslında bir düşünme eyleminin ışığında ortalama bir insanın hayat hikâyesi. Ne bir alışveriş listesi, ne de rastgele fikirlerin ardı ardına sıralanması; öyle olsaydı okurda böyle bir etki bırakamazdı.
Romanın isimsiz kadın karakteri -ben ona Jane Meryl Amy Austen ya da kısaca Janey diyeceğim müsaadenizle- turta yaparak ev geçimine katkıda bulunmaya çalışıyor ama içsel olarak epey hezeyan dolu. Kendini utangaç, hiçbir şeyi beceremeyen, yetersiz hissediyor olsa da düşüncelerinin ışığında onun ne denli zeki biri olduğunu anlıyoruz, bunu çok net hissediyoruz da. Janey’in düşünceleri öylesine bağımlı kıldı ki beni, kendimi onun gibi düşünüyor, hareket ediyor filan buldum zaman zaman. Mizah gücü de, gözlemciliği de çok kuvvetli karakterimizin. Yumuşak karnı ise anneciği, Motif#1 ismiyle andığı, annesinin iki yaşında Newburyport’ta yaşadığı bir hadise. Annesi ördekçiklerin peşinden suya düşüyor, neredeyse boğulacakken kurtarılıyor. Janey’in imgelem gücünün kaynağı kendisine annesi tarafından aktarılan bu travmatik olay. Kezâa, Janey’in müthiş bir biçimde hissetiği boğulma, kısılma, hapsolma hissine dair bir metafor. Metinde üç kez zikredilse de, bunun ağırlığını hissediyoruz roman boyunca.
‘Ördekler, Newburyport’ Amerikan yaşam tarzının hemen hemen tüm ögelerine dair atıflarla bezeli olsa da, esasında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir bireyin, bilhassa kadınların, yaşantısına da ışık tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Biraz da karakterleri inceleyelim mi? Bol karakter var, fakat hepsi ilginç, Janey’in fikirlerinde, hislerinde, duygularında yer eden kişiler:
İsimlerini öğrenemediğimiz anne ve baba, Janey için en fazla şey ifade eden kişiler. Babacığı biraz sert, alkol almayı seven, mesafeli sayılabilecek bir adam. Annesi hastalıklardan muzdarip olduğundan ölümü beklenirken tak diye ölüp gidiyor adam, annesini de Janey’e emanet ediyor, ki bunu demesine gerek yok, Janey’imiz zaten anneciğine âşık. Bir dolu anne tanımlamasını içinde barındıran, küçük kızın en mutlu olduğu anda mesafesiyle Janey’de travma yaratmış biri. Kızına kitaplar okutmuş, fakat en fazla Jane Austen aşkı aşılamış, gerçek şu ki annesi en çok ‘İkna’ kitabını seviyor.
İkinci koca. Dal gibi, zayıf, memeleri olmayan karısını çok seviyor. Janey her şeye rağmen Leo’nun onu sevmesine, desteklemesine hayran, gerçek şu ki, kocasına -ikinci- âşık fakat yine de olur olmadık zamanlarda tırnaklarını kesmesine gıcık oluyor. Stacy’nin malûm olayındaki ağlamasından sonra hiç ayrılmayacaklarına emin (romana dair spoiler vermek istemediğim için olayı söylemeyeceğim). Leo’nun ortalama bir kocadan daha iyi olduğunu net olarak söyleyebiliriz.
Dört çocuğu var Janey’in: Stacy (ilk kocası Frank’ten) 15 yaşında, ergen, annesiyle en fazla çatışan fakat romanın sonunda okuru ters köşeye yatıran bir çocuk; Ben dokuz yaşında, bilgisayarında porno resimleri olan, annesinin porno dünyasına dair her şeyi kısa zamanda tüketeceğine endişelendiği, deli fişek bir çocuk; Gillian sekiz yaşında, dışarı çıkmaktan korkan, evde vakit geçiren, nispeten ılımlı, kendi hâlinde bir kız; Jake ise en küçükleri, annesi banyoda ağlarken ‘Neyin var anneciğim?’ diyecek kadar duygulu.
Roman boyunca ikinci bir damardan ilerleyen dişi aslan hikâyesi var, bu da bence romanın mühim bir karakteri, yeni doğan yavrularını koruyup kollamak için uzun bir yolculuğa çıkacak kadar gözü pek, aslında Janey’in tam zıt karakteri olarak konuşlandırılmış, kendini ne denli kırılgan hissettiğini iyi bir biçimde vurguluyor. Belki karakterimiz annelik tanımında ‘dişi aslan’ yerine ‘korkak aslan’ yazılı diye düşünüyor olabilir ama aslında her şeye rağmen ne denli güçlü olduğunu adım adım izliyoruz. Kaldı ki anne olmak bile istememiş bir kadın o.
Janey’in anılarında filan yer eden pek çok karakter de var tabii: Phoebe ve Ethan, Cathy, Moira, Ronny (pislik) -ve tabii evcil hayvanlar, Batsheba, Pepito, Pierre ve Jim.
Benim için romanın en ilgi çekici yanı, Janey’nin okuduğu kitaplar ve izlediği filmler. Özellikle bir film ve iki aktristin bu kitapta anılması beni göklere çıkardı. Orada âşık oldum sanırım bu esere. Dünya üzerinde en sevdiğim aktris Amy Adams – tabii bir de dehasına inandığım Meryl Streep var. İkisi de var bu romanda! Hele Meryl’a öyle hayran ki karakterimiz, tastamam otuz dört kez ondan bahsediyor (sayfalar:32, 121, 160, 201, 203, 205, 234, 248, 387, 491, 515, 523, 562, 575, 576, 767, 774, 892, 893, 934 ve 990) ve çok sevdiğim fimleri Nancy Meyers imzalı ‘It’s Complicated’ ile Julia Child’ı canlandırdığı ‘Julie & Julia’ sayfalarda karşımıza çıkıyor (yönetmeni Nora Ephron).
Meryl’ın dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz ki? Nitekim Janey de nasıl her filmde oynayanın aynı kişi olamayacağını açıkladığı bir kısım var, e tabii ki, bir defa gelir dünyaya böylesi. Üstelik yengeç burcu, bundan daha havalı ne olabilir?
Biraz da atıfta bulunulan yazarlara bakalım: Bir kere Jane Austen zaten hemen hemen her yerde, tüm karakterlerine denk gelen birtakım olaylar da oluyor Janey’in hayatında. Laura Ingalls Wilder‘a takıntılı, çünkü hayatta hiçbir şeyin, onun romanlarındaki gibi dört dörtlük olmayacağını, çünkü insanın kusurlu olduğunun bilincinde. Sözgelimi, Wilder’ın ‘Küçük Ev’ romanında hiç kimsenin tuvalete gitmediğini söyler, ne yani çişi gelmiyor mu karakterlerin? Robert Frost‘un meşhur şiiri de karakterimiz için önem arz eder, zirâ hayatı daima çatallı yollardan oluşmuştur, hep karar vermekte zorlanır, şiddete başvuran adama bile sesini yükseltemez. Brontë’leri anmayı da unutmaz ve annesinin okuduğu Susan Sontag‘ı (Doris Lessing ile karıştırıyormuş) ve Rachel Carson (Lucy Ellman’ın yeteri kadar konuşulmadığını düşündüğü bir yazar) ve Anne Tyler, Slyvia Plath, Emily Dickinson, Mark Twain, James Baldwin. Daha da var fakat bu kadar yeterli.
Bir de bol bol film izliyor hâliyle, bazan Stacy’e de izletiyor, fakat kız yanaşmıyor. Colin Firth’e aşık olan Stacy, ‘King’s Speech’ filmini tercih ediyor, oysa Janey’e kalsa ‘Pride and Prejudice‘nin Mr Darcy’sinin yerini ne tutabilir?
Romanda önemli yer tutan şeylerden biri de Amerika’daki şiddet olayları. Ara ara bahsedilen şiddet eylemleri, insanın kötücül yanına işaret ederken ne zaman başımıza ne geleceğini kestiremeyeceğimizi de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, kadınlara yönelik şiddetin de müthiş kıvrak bir dille eleştirildiğini söylemem gerekiyor. Fakat eminim, bu romanın kadın okurlar üzerindeki etkisi daha farklıdır. Ataerkil, habis ve şiddete meyyal bir dünyada kadın olmak epey zor, bunun klastrofobisini metin boyunca okur hissediyor.
Aynı zamanda siyasi eleştiri de had safhada. 160 defa bahsedilen Trump’la birlikte Hillary Clinton da eleştiriliyor. Bu da esasında şu demek, politikacının iyisi yok, hepsi aynı. Amaçları insanların acılarından pay çıkarmak, kadınları ve çocukları kullanmak, tüm acıları, hüzünleri siyasete alet etmek. Tavuklar bile daha iyi Janey için, nitekim tavuklardan epey bahsediyor romanda.
Janey’nin öyle hoş bir mizah anlayışı var ki, bazı cümlelere çok güldüm: “Brontëler’in hiç taze portakal suyu değmiş midir ağızlarına.”
Ayrıca ebeveyn olmaya dair tespitler çok doğru, anne-babalığın kutsallığını yıkan bir tarafı da var aslında romanın.
Böyle bir roman yazmanın da başkaldırı olduğunu söylemek mümkün, sadece roman sanatına değil, tüm basmakalıp fikirlere. Bu açıdan eşi benzeri olmayan bir eser. Didik didik edilebilecek, her satırından müthiş çalışmalar yapılabilecek, makaleler yazılabilecek bir roman ‘Ördekler, Newburyport’. Benim için ‘Yapraklar Evi‘nin yanına, bu zamana değin okuduğum en iyi romanlar arasına dalış yaptı.