İsmet İnönü'nün torunu Gülsün Bilgehan, Pembe Köşk'te dinlediği masallar ile gerçek hikayeleri harmanladığı 'Pembe Köşk'ten Masallar' yepyeni edisyonuyla raflarda. Bilgehan: Bu masallar öğüt vermeyi değil olağanüstü yolculuklara çıkarmayı hedefliyor.
PERİNAZ YİĞİT
Bir varmış bir yokmuş… Başkent Ankara’nın merkezi Çankaya’da, yeşillikler içinde ‘Pembe Köşk’ adıyla bilinen, 100 yaşını geçmiş eski bir bağ evi varmış. Bu evde üç kardeş, anne ve babaları ile dede ve nineleriyle otururlarmış. Çocuklar, masallardakine benzeye bu yüksek tavanlı evde gıcırdayan ahşap kapılar, ağır kadife perdeler, renkli ışıltılar saçan kristal avizeler ve uzun koridorlar arasında oyunlar oynarmış. Evin ziyaretçileri de hiç eksik olmazmış; meydan savaşları kazanmış komutanlar, devlet kurmuş büyükler, uluslararası antlaşmalara imza atmış diplomatlar, balolarda uzun tuvaletleriyle dans eden zarif hanımlar…
Gel zaman, git zaman çocuklar büyümüş. Ancak oturdukları ev, yaşadıkları ülkenin kuruluşunun sembol yapılarından biri olarak kalmış: Pembe Köşk. Evin sahibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularından, Kurtuluş Savaşı kahramanı, Garp Cephesi Komutanı, ilk başbakan, ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü…
Pembe Köşk, ‘canlı bir müze’ olarak yılda iki defa açılıyor. Ev sahibesi, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker gelenleri (her gün yüzlerce kişi) bizzat kapıda karşılayıp evin tarihini anlatıyor. Ziyaretçilerin büyük bir çoğunluğunu çocuklar oluşturuyor. En çok merak edilen konulardan biri; bu evde yaşamak nasıldı acaba?
Evin bir diğer ferdi; Özden Toker’in kızı gazeteci, yazar Gülsün Bilgehan işte bu sorunun cevabını vermek üzere ‘Pembe Köşk’ten Masallar’ isimli bir çocuk kitabı yazmıştı. Kitap, Bilgehan’ın çocuk olarak Pembe Köşk’te dinlediği masalları gerçek hikayelerle harmanlayarak anlatıyor. Okuyucular, evin emektarı Ömer Efendi’nin anlattığı Atatürk anılarından Kaf Dağı’na çıkıyor, İnönü’nün Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere İstanbul’dan Anadolu’ya geçerken başına gelenleri öğrenirken Ali, Veli ve Yaman’ın yeraltındaki devle mücadelesine eşlik ediyor, yetim bir kız çocuğu Sabiha Gökçen’in gök yüzünün prensesi olma hikayesini dinleyip Ay-Atı’nın peşine düşüyor…
İlk baskısı 2003 yılında yapılan kitap, bazı ufak değişiklikler ve yepyeni bir tasarımla Bilgi Yayınevi tarafından geçen ay yeniden basıldı. Gülsün Bilgehan kitabı neden yazdığını şöyle anlatıyor:
“Hayatımın en zevkli yıllarını kendi üç çocuğumu büyütürken geçirdim. Çocukların çocukluklarını gereği gibi yaşamaları gerektiğine inanıyorum. Nasıl olsa yetişkin olduklarında hayatın gerçeklerinin farkına varacaklar. Çocukluklarının bir bölümünde kendilerine özgü olağanüstü bir dünyanın da yer almasında ne zarar olabilir diye düşünerek, hatta bunun onların gelecekteki yaratıcılıklarına katkıda bulunabileceğine inanarak kitabı ikinci kere okurlara sunuyorum. Bilgi Yayınevi’nin genç ekibi ‘Pembe Köşk’ten Masallar’ı sevgi ve ilgiyle hazırladı, resimlenmesini ve kapak tasarımını ise bugünün küçük ve büyükleri için yeni düş dünyaları yaratan çok sevdiğim Curve Animasyon grubu üstlendi. Böylece geçmiş asırlarda anlatılan masallar, bugünün teknolojisi ile birleşerek geleceğe aktarıldı.”
Geçen 20 yılda dünya çok değişti… Bilgehan, “Bizim çocukluğumuzun masallarının bazıları bir asır öncesinden kalmaydı. Bugünün çocukları çok farklı bir evrende yaşıyorlar” diyor: “Kitabın yayımlanmasının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra eski ve yeni kuşaklara ‘Pembe Köşk’ten Masallar’ı geri getirdik. Aradan geçen yıllarda dünya da, Türkiye de değişti ama masalları aynı bıraktık. Yeni yüzyılın okuyucusu kendi değerlendirmelerini ve zamana uygulamasını yapacaktır. Masalları tekrar okuyunca aslında o dönemin insan kaynaklı hayal dünyasının bugünün yapay zekalı dijital dünyasından da daha ileri olduğunu anlayacaksınız.”
Peki Pembe Köşk’te büyümek nasıldı? Masal dünyasının dışında gerçek dünyada çocuklar için hayat nasıldı?
Bilgehan: “Biz üç kardeş kendimizi bildiğimizden beri dedemizin evinde yaşıyorduk. Gülsün, Nurperi ve Güçlü… Dede, Atatürk’ün en yakın silah ve fikir arkadaşı, İnönü Savaşları’nın kahramanı, Lozan Antlaşması’nın başdelegesi, Cumhuriyet’in ilk başbakanı, ikinci cumhurbaşkanı… Ama bizim için Dedepaşa. Onun diğer dedelerden farklı olduğunu ancak evin karşısındaki Çankaya İlkokulu’na gidince, öğretmenlerden öğrenmiştik, yoksa o evdeki yaşantımız yaşıtlarımızınkilerden pek de farklı değildi. Bu yüzden ben yıllar sonra Pembe Köşk’ü gezmeye gelen küçük çocuklara: ‘Senin deden var mı? Onu seviyorsun değil mi?’ diye soruyorum, başlarını sallıyorlar, ‘Ben de severdim!’ diyorum. Dedeydi… Her gece üstümüzü örtmek için odamıza gelirdi, onca devlet işi arasında bizim hastalıklarımız onu endişelendirirdi, derslerimizle ilgilenirdi, birlikte yürüyüşe giderdik, denize girerdik, piknik yapardık. Çankaya İlkokulu’ndaki arkadaşlarım hala İsmet Paşa’nın elinden karnelerini aldıklarını hatırlıyorlar.”
Bilgehan, kitabın ana temasını, “Çocukların Pembe Köşk’te karşılaştıkları kişilerin anılarından alınmış hikayeler… Kitaptaki masalların bir bölümü evde yaşayanların ve eve gelenlerin gerçek hikayeleri, bir bölümü üç küçük çocuğa o zaman anlatılan masallar, son bölüm de Pembe Köşk’te büyüyenlerin kendi çocuklarına anlattığı öyküler. Yani, birkaç kuşağın dinlediği yarı gerçek, yarı hayal ürünler…İlk önsözde belirtmiştim, ders ya da öğüt vermek için anlatılmayan, sadece olağanüstü yolculuklara çıkarmayı hedefleyen masallar” diye tanımlıyor.
Peki hikayelerin ne kadarı gerçek ne kadarı masal?
Gülsün Bilgehan’ın yanıtı: “İsmet Paşa ile Mevhibe Hanım’ın tanışmaları, Kurtuluş Savaşı’nda İnönü’nün gizlice Ankara’ya gidişi, Birinci İnönü Savaşı cephesinde geçenler, Hatay yolunda Atatürk’ün treninde mahzur kalanlar gerçek masallardan bazıları… Kitabın kahramanları arasında Pembe Köşk’te görev alanlar da evin müdavimi ziyaretçiler de var. Bunların arasında kalan çocuklar bir taraftan da kendilerine anlatılan, içinde ejderhaların, peri kızlarının, uçan halıların, konuşan hayvanların bulunduğu bir düş dünyasını dinliyorlar.”
Pembe Köşk’te geçen bazı gerçek hikayeler en az masallardakiler kadar renkli!
Pembe Köşk’te kedileri herkes seviyordu. Dedepaşa onlara “Venüs” adlı bir kediden söz ederdi. Yıllar önce, en sevdiği gençlik arkadaşlarından Ali Fuat Bey’in evinde yaşarmış. Rengi samur, göğsü beyaz, gözleri yeşilmiş. İpek gibi tüyleri, kocaman, tüylü bir kuyruğu varmış. Son derece kişilik sahibi bir kediymiş, hatta biraz da aksi ve huysuzmuş. Kendini çok az kişiye okşatırmış. O günlerde İsmet Bey sık sık arkadaşının evine Almanca ve Fransızca kitaplar okumak için gidermiş. Bir gün “Venüs Hanım” bulundukları odaya girmiş. Genç İsmet Bey kediyi sevmek istemiş. Arkadaşı, hayvanın vahşi huylu olduğunu belirterek uyarmış:
“Tutamazsınız, boş yere uğraşmayınız!” demiş. Fakat İsmet Bey dinlememiş ve kediyle arasında bir mücadele başlamış, öyle ki bir süre sonra bu, bir tür zekâ ve azim yarışına dönüşmüş. Venüs Hanım, karşısında, kendisi kadar akıllı ve kararlı bir rakip olduğunu hissetmiş ve tüm gücüyle ona karşı koymuş; o kaçmış, İsmet Bey kovalamış… Sonunda genç adam pes etmiş; kovalamacadan, heyecandan yorgun ama güzel gözleri zaferin mutluluğuyla pırıl pırıl olan Venüs Hanım üstün gelmiş. O gün olanları hayretle seyreden Ali Fuat Bey çok sonraları büyük bir devlet adamı olan arkadaşının bu olaydan ders çıkardığını düşünmüş.
Pembe Köşk’teki çocuklar, bir gün aynı ‘Üç Küçük Keçi’ masalındakilere benzeyen, şirin mi şirin bir keçi yavrusuna sahip oldular. Aile dostlarından Türkân Teyze, Toros dağlarından onlara kara gözlü, pembe dudaklı, kıvırcık beyaz bir küçük keçi getirdi. Onu öylesine sevdiler ki bahçeye bırakmaya gönülleri razı gelmedi, içeri aldılar, bebek gibi biberonla beslediler, adını da “Mercan” koydular. Mercan iyice büyüyüp, boynuzları çıkıp, etraftakilere tos vurmaya başlayıncaya kadar Pembe Köşk’ün salonlarında dolaştı…
Torunları, Pembe Köşk’te Dedepaşalarından masallardan çok, gerçekleri dinlemeye alışmışlardı. Fakat İsmet
Paşa’nın zaman zaman anlattığı bazı tarihsel olaylar onlara en olağanüstü öykülerden daha ilginç gelirdi. Özellikle de savaşlarda geçenler… Dikkat kesilirler, nefes bile almaktan çekinerek büyükbabalarını dinlerlerdi: “İkinci İnönü Savaşı 23 Mart 1921’de başladı. Yunan saldırısına karşı İnönü yakınlarında hazırlıklarımızı tamamlamıştık. Yunanlar, bizim Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra toplayabildiğimiz gücün üç katı bir üstünlükle harekâta giriştiler. Savaş çok kanlı olarak dört gün sürdü. Ben İnönü mevzilerinde düşmanı bekliyordum. Elimizdeki tek otomobille bölgede dolaşıp hazırlıkları denetliyor, askere moral vermeye çalışıyordum. Bir ara karşıdan bir köylü koşarak bana doğru geldi. Elinde bir kuş vardı. Baktım, baykuş. Hayvanı canlı olarak yakalamış. Köylünün elinde, gözleri fıldır fıldır dönüyor. ‘Kuşu burada yakaladım’ diye bana gösterdi. Yanımda genç bir subay var. Bu subay, ‘Baykuş uğursuz bir hayvan sayılır’ dedi. Fena halde canım sıkıldı. ‘Bu baykuş da karşımıza nereden çıktı, zamanı mı şimdi?’ diye düşünüyordum. ‘Aa! Ne iyi oldu rastladığımız. Baykuş iyiye alamettir. Ben tecrübe etmişimdir, ne vakit muharebede baykuşa rast gelirsem, o muharebeyi mutlaka kazanırız’ dedim. Genç subay şaşırdı. ‘Sahi mi?’ diye sordu. Kendisini ikna ettim. Biliyorsunuz, çok zorlu bir mücadeleden sonra savaşı kazandık. Zaferden sonra o baykuşu hatırlayıp kendi kendime güldüm, beni haklı çıkararak mahcup etmemişti.”