Rachel Kushner’den Salon Mars: Amerikan rüyası paramparça olurken

19 Mart 2024
Bu haber 2 ay önce yayınlandı

Amerika'da çok ses getiren Rachel Kushner’in ‘Salon Mars’ı rahatsız eden hapishane şiddet sahnelerine rağmen yarıda bırakılamayacak kadar ustalıkla yazılmış. Uçurumun sonuna doğru giden karakterlerin peşinden ayrılamıyoruz.

Rachel Kushner

Rachel Kushner’in Amerika’da çok ses getiren son romanı ‘Salon Mars’ı (Siren Yayınları) merakla okumaya başladığımda aklıma önce on yıl kadar evvel başlayıp da yarıda bıraktığım ‘Orange Is The New Black’ dizisi geldi. Komedi dizisi olmasına rağmen hapishanelerde yaşanan şiddet sahnelerine dayanamamıştım. ‘Salon Mars’ ise bende aynı duyguları uyandırsa da yarıda bırakılamayacak kadar ustalıkla yazılmış. Uçurumun sonuna doğru giden karakterlerin peşinden ayrılamıyoruz.
Amerika’nın kendisine biçtiği ışıltılı yaşam Hollywood’dan gözlerimizi boyamaya devam etsin, Amerikan rüyasının hakiki yüzü bir yerlerden sızıyor, sızmaya devam edecek.

Rachel Kushner, Salon Mars adındaki gece kulübünde kucak dansı yapmaktan Stanville Hapishane’ne müebbet hapis cezasını çekmeye giden ana karakter Romy Hall’un trajik yolculuğunu geriye dönüşlerle aktarıyor.

Romy’nin iki yıl kaldığı tutukevinden başka bir eyaletteki cezaevine transfer edilmek üzere geceyarısı zincirlenerek kapatıldığı otobüsle başlıyor roman. Bir eziyet biçimi olarak ailelerin ikamet ettikleri yerden daha uzağa götürülmek, epey uzun bir süredir ülkemizde de özellikle siyasi tutsaklara uygulanıyor. Fakat bu otobüsteki kadınların hiçbiri siyasi suçlu değil. Kocalarını vurma, pezevenklerini yaralama ve hatta bebeğini öldürme gibi adi suçlardan yargılanmış, pek çoğu müebbete mahkum, yine pek çoğu Latin Amerikalı ya da siyahi kadınlar.

Romy Hall beyaz olmasıyla bile istisna, ki roman ilerledikçe eğitimi ve zekâsıyla da diğer kadınlardan ayrılacak. Rachel Kushner otobüs yolculuğunda tanıdığımız trans kadın Conan’ın, öz çocuğunun katili ama değilmiş gibi yapan Laura Lipp’in, asabi ve saldırgan Fernandez’in, otobüsten iner inmez doğum sancıları başlayan ergenlik çağındaki Button Sanchez’in hikâyelerini yavaş yavaş, bazen diyaloglarla, bazen geriye dönüşlerle anlatıyor ve üzülerek söylüyorum ki hepsi birbirinden beter.

Sokaklardan hapise

Romy kendi hikâyesinin anlatıcısı, adının Romy Schneider’den geldiğini, alkolik annesinin ilgisizliğiyle geçen çocukluğunu, edindiği düzgün aileli arkadaşlarla uzun süreli geçinemediğini, daha on iki yaşında içki alabilecek para uğruna yetişkin erkeklerin kendisini istismarına izin verdiğini ve çocuğu olana kadar geçirdiği uyuşturucu ve fuhuş dolu yılları parça parça aktarıyor. Oğlunun doğumundan sonra ise para kazanmak için Salon Mars’ta striptize devam ettiğini, bazen fahişelik yaptığını, kafayı ona takan bir müşterisi yüzünden kaçıp gittiği yerde adamın ısrarlı takibi sonucu katil olduğunu da en başlarda öğreniyoruz.

Hazır olmadığımız şey, Romy müebbete bile razıyken, oğlunun anneannesiyle en azından rahat bir hayat yaşayacağını düşünürken, Stanville’e yeni geldiğinde aldığı trafik kazası ve annesinin ölüm haberi. Bu haberi aldığındaki şoku ve sonrasında maruz kaldıklarını okurken o kadar etkilendim ki romana devam edemeyeceğimi düşündüm bir an. Acılar içinde kendisini yere atan bir kadın mahkum ve ona saldıran, sabit durması için başına botlarını dayayan gardiyanlar…

Bir süre intihar koğuşunda tutulan Romy’nin artık hayattaki tek endişesi oğlu Jackson’a ne olacağı. Ve biz maalesef bu süre içinde Amerika’da hapishanelerin, gardiyanların, mahkemelerin ve kamu avukatlarının nasıl hiçbir biçimde çözüme yanaşmadıklarını, tek istediklerinin bu ‘suçlu pisliklerin geberip gitmesi’ olduğunu kadınların hikâyelerinden öğrendik.
Bundan sonra romandaki yegâne iyi karakter Gordon Hauser’a umut bağlayacağız.

Gordon Hauser başarısız bir akademisyen. İşsiz olduğu için önce California Kadın Cezaevi’nde öğretmenlik yapan ama deneyimsiz olduğu için kadın tutuklulardan biriyle yakınlaşıp yapmadığı şeylerle suçlanan Gordon işten ceza almadan atılmış, geçinebilmek için kimsenin çalışmaya gönüllü olmadığı Stanville Hapishanesi’nde öğretmenliğe başlamış. Ruby’yle de böyle tanışıyorlar ve Gordon bir önceki deneyiminden ağzı yanmış olarak yakınlık kurmak istediği Ruby’e pek ilişmese de kadına orada insan gibi davranan tek birey oluyor.

Gordon’ın romanda yaşanan her şeyin ötesinde felsefi bir varlığı var. Hapishaneye yakın bir dağda kiraladığı kulübede kendisini Henry David Thoreau’ya benzetirken akademisyen arkadaşı daha çok Kaczynski’ye benzeyeceğini söyleyip Gordon’a Ted Kaczynski seçkisi hediye ediyor. Bundan sonra bazı bölümlerde ‘Unabomber’ olarak bilinen ve geçtiğimiz yıl hapishanede ölen Ted Kaczynski’nin günlüklerinden parçalar olacak. Doğanın ve doğal kaynakların tahribatına karşı eski matematik akademisyeni Kaczynski’nin nasıl da yavaş yavaş dengesini kaybedip şiddete başvurmaya başladığını gösteren parçalar bunlar.

O zaman Rachel Kushner’in asıl olarak sormamızı istediği soruyu sorabiliriz artık: Suç nedir? Toplumun suça ittiği bu insanların, doğru düzgün bir ev, okul, sağlık hizmeti sunamadığınız, küçücük yaşlarda uyuşturucuya, fahişeliğe başlamak zorunda kalan bu kadınların, yedi kere ağırlaştırılmış müebbet verilenlerin, kırk yıldır hapiste olmasına rağmen idam cezası affedilmeyen ve infaz edilmek istenenlerin suçlu olduğuna hangi sistem karar veriyor?
Gordon, yardım edemediği Romy’yi ve hapishanedeki kadınların şiddet, taciz ve ceza döngüsündeki çıkışsızlıklarını düşündüğünde vicdanımızın sesi oluyor:
“Birini bileceksem bu ancak kendim olabilirim. Ancak kendimi yargılayabilirim. Bunu dile ilk getiren Thoreau’ydu.
Kendi yaptığımdan daha büyük bir kötülük hayal etmedim asla. Kendimden daha kötü birini tanımadım, asla tanımayacağım.
Thoreau neden Thoreau’ydu, Ted Kaczynski Ted iken? Öfkeli ve kötü olmak daha tanıdıktı. Belki nedeni buydu.”

Cesur ve iyi bir yazar

Hiçbir şeyin iyiye gitmediği bu berbat sistemi gizlice hapishanelere giderek gözlemleyen Rachel Kushner bu kadar çok karakteri, onların yaşam hikâyelerini, hapiste kurulan garip dostlukları gerçekten hiç karmaşık olmayan bir biçimde, ustalıkla araya soktuğu geri dönüşlerle anlatıyor. Amerikan taşrasının içine hapsolduğu uyuşturucuyu ve WASP geleneğini de hiçbir biçimde mesaj vermeye çalışmadan, detaylarla sezdiriyor. Üstelik bunca trajik olaya rağmen ironisini hiç kaybetmiyor.

Romanda sadece üvey babasının şiddet ve tecavüzüyle büyüyüp, sonunda kirli polis olmayı seçen Doc’a gerek var mıydı, emin değilim. Kushner, hapishane ziyaretlerinden gerçek bir karakter olan bu kirli polisi de romana dahil etmeyi seçmiş.

Rachel Kushner cesur bir yazar ve bunu romanında pek çok yerde hissediyoruz.

– Savaş karşıtı. Yıllardır hapiste olan bir mahkum anlatıyor: “İl hapishanesindeyken, koğuşumda kalan biri, ailesinden Irak’ı işgal ettiğimizi öğrenmişti. Irak’ın nerede olduğunu sordum insanlara ve bilen bir kişi bile çıkmadı. Hapishanedeki eğitimli insanlar bile bilmiyordu. Bu yerler biz onları bombalayana kadar yoktu sanki.”
– LGBTİ+ hareketi dostu. Romy eskiden tanıdığı bir travestiyle hapiste linç edilmeye çalışan bir transı düşünüyor: “Sanırım biyolojik olarak erkekti ama bu onu daha az kadın yapmıyordu, daha az kırılgan da değildi. Barda tek başına oturur, incecik pipetiyle cin toniğini yudumlardı. Serenity Smith’in eskiden erkek olması kırılgan olmadığı anlamına gelmiyordu. (…) Kadınlar ona küfrediyordu. Üzerine idrar dolu kavanozlar atıyorlardı.”
– Amerikan toplumunun çürümüşlüğünün farkında. Hapisteki polis Doc, 1974’te Başkan Richard Nixon’ın Grand Ole Opry’de sahneye çıkıp Tanrı Amerika’yı Korusun’u söylemesinin ardından sahneye çıkanları tek tek hatırlıyor: “… Polisi atlatmayı başaran bir kaçak viski üreticisi hakkında bir şarkı söylendi. Bir başka şarkıda, karısını öldürüp gömen bir adamın karısının dırdırını tüm gece boyunca duymaya devam ettiği anlatılıyordu. Opryland’deki izleyiciler kahkahalara boğuldu.”

‘Salon Mars’ı metaforik bir Amerika gibi düşünebiliriz. Neon ışıklarının önünde ve arkasında yaşananlar bambaşka. Çarpıtılmış gerçeklikle dolu bu dünyada hakikatı sezdiren, bunu ustalıkla kurmacaya çeviren sanat ve sanatçılar sayesinde biraz olsun soluk alabiliyoruz.

Rachel Kushner’le şimdiye kadar tanışmamış okurlar için Begüm Kovulmaz’ın ustalıklı çevirisiyle ‘Salon Mars’ kaçırılmayacak bir fırsat.

Salon Mars
Rachel Kushner
Çeviren: Begüm Kovulmaz
Siren Yayınları, 2024
roman, 328 sayfa.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.