2000’li yıllarda yeniden keşfedilen Amerikan edebiyatının büyük yazarlarından Richard Yates, 'Huzuru Bozmak'ta gerçeklerden kaçmak için alkole sığınan bir adamın günbegün çöküşünü anlatıyor. Yates'in en otobiyografik romanı, hatta terapi...
Kimilerine göre Amerikan edebiyatının en gerçekçi yazarı olan Richard Yates, ‘Huzuru Bozmak’da gerçeklerden kaçmak için alkole sığınan bir adamın giderek çökmesini anlatıyor. Başyapıtı ‘Bağımsızlık Yolu’dan 14 yıl sonra -1975’te-yayımladığı bu romanıyla Yates, kendisinden büyük bir eser bekleyenleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Ancak ‘Huzuru Bozmak’ gerek hikayesi, gerek Yates’in bütün temalarını barındırması ve gerekse de zarif üslubuyla hala güncel ve güzel bir roman.
Richard Yates 1926 yılında Yonkers, New York’ta doğdu. Düzensiz bir ailede büyüdü. 2. Dünya Savaşı’nın sonlarında Amerikan ordusunda -Fransa’da- görev yaptı. Savaş bittiğinde bir süre ordunun verdiği maluliyet aylığı ile yaşadı. 1951’de birkaç yıllığına Avrupa’ya taşındı ve yazmaya başladı. Avrupa dönüşü gazetecilik ve metin yazarlığı yaparak geçimini sürdürürken bir yandan da hikayelerini yayımlatmaya çalışıyordu.
1961 yılında yayımlanan ilk romanı ‘Bağımsızlık Yolu’ Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’ne aday oldu. Ancak ilerleyen yıllarda Yates ismi de romanları da unutuldu. 2000’li yıllarda yeniden keşfedilen, ‘Bağımsızlık Yolu’ 2005 yılında Time tarafından 1923’ten günümüze kadar en iyi İngilizce romanlardan biri olarak seçildi. 2008 yılında Sam Mendes tarafından ‘Hayallerin Peşinde / Revolutionary Road’ adıyla sinemaya uyarlandı. 1992 yılında hayata veda eden Yates’in yayımlandığı yıllarda hak ettikleri ilgiyi görmeyen diğer romanları da -‘Özel Bir Yazgı’ (1969), ‘Disturbing the Peace’ (1975), ‘Mutluluk Fotoğrafı’ (1976), ‘A Good School’ (1978), ‘Young Hearts Crying’ (1984), ‘Sessiz Sahil’ (1986)- yeni edisyonlarla okuyucularla buluştu.
‘Bağımsızlık Yolu’nda 1950’li yılların güven, huzur ve maddi gelir hayallerine kapılmış Amerikan orta sınıfının banliyölerde sürdürdükleri hayatın hikayesini anlatmıştı. ‘Huzuru Bozmak’ta gözünü 1960’lı yıllara ve metropollerin kaotik düzenine çevirmiş ama kahramanları aynı; orta yaştan, orta sınıftan insanlar. Kitabın giriş paragrafında onların yaşantısının ve beklentilerinin keskin bir özetini buluyoruz:
“1960 yazının sonlarına doğru, Janice Wilder için her şey ters gitmeye başladı (…) Otuz dört yaşındaydı ve on yaşındaki bir oğlan çocuğunun annesiydi. Gençliğinin solmakta olması onu hiç rahatsız etmezdi (zaten pek de öyle fütursuz ya da maceraperest bir gençlik olmamıştı onunkisi), ayrıca bir aşk evliliğinden çok anlaşmalı bir evlilik yapmışsa da bunda bir sorun yoktu. Kimsenin hayatı mükemmel değildi. Günlerinin düzenli akışından hoşlanırdı; kitapları severdi, ki çok sayıda kitabı vardı; Manhattan şehir merkezindeki gökdelenlere bakan yüksek, aydınlık dairesini de severdi. Ne pahalı ne de şık bir daireydi ama rahattı ve “rahat”, Janice Wilder’ın en sevdiği kelimelerden biriydi. “Medeni” kelimesini de pek severdi, “makul”, “ayarlama” ve “ilişki” kelimelerini de. Neredeyse hiçbir şey onu üzmez, korkutmazdı; onu üzen ya da –hem de bazen kanını donduracak kadar– korkutan, sadece anlamadığı şeylerdi.”
O gece kocası ile yaptığı telefon konuşması tam da Janice’i üzecek türden. Zira kocası John, iş seyahatinden eve dönmek yerine bir barda konaklıyor ve sarhoş olduktan sora arıyor karısını. Seyahat sırasında başka kadınlarla geçirdiği geceleri itiraf etmesi Janice için yenilik değil ama eve neden gelmediği sorusuna John’un verdiği yanıt ürkütücü: “Çünkü sizi öldürebileceğimden korkuyorum. İkinizi de.”
Bundan sonra anlatının merkezine John Wilder yerleşiyor: 35 yaşında, ufak tefek, reklam sektöründe iyi bir kariyere ve gelire sahip, dışarıdan bakıldığında özenilecek bir hayat sürdüren bir adam. Ne var ki içeriden bakıldığında evliliğe, işine, boğucu orta sınıf varoluşuna sıkışmış, işlerin yolunda gittiği oyunu oynamaktan ise sıkılmıştır. Janice’in ricasıyla yardıma koşan aile dostları Paul, arkadaşının öfke patlamasını engelleyemez. John kendisini Bellevue Hastahanesi’nin psikiyatri koğuşunda bulacaktır.
Cehennemdeymiş gibi geçen birkaç günün ardından evine dönen John, serbest bırakılmasının koşulu olarak psikoterapiye ve adsız alkolikler toplantılarına gitmeye razı olur. Psikoterapi seansları sayesinde okuyucular da John’un çocukluğundan yetişkinliğe dek geçen hayat hikayesini öğrenme fırsatı bulur: Sınıf atlama hayaller kuran bir çiftin tek çocuğudur. Kısa boyu ve –dönemin ünlü çocuk yıldızı- Mickey Rooney’i andıran görünüşü sayesinde kilise korosuna girmiş, oradan kazandığı busla liseyi bitirmiş, kısa süreliğine 2. Dünya Savaşı’na katılmış, askerlik sonrası Yale Üniversitesi’ne kaydolduysa da iki yılın sonunda başarısızlığı nedeniyle okulu bırakmış, hep hayalini kurduğu film sektörüne girmeyi bir türlü başaramamış, sonuçta ilan sayfası satan bir reklam pazarlama firmasında işe girmiş, orada Janice ile tanışıp evlenmiştir.
Geriye doğru baktığında hayatına dair hissettiği tek şey kendisini gerçekleştirememiş olmanın hayal kırıklığıdır. Bir iş toplantısında tanıştığı çekici, zeki, entelektüel bir genç kız olan Pamela Hendricks ile ilişkiye başladığında, hele ki Bellevue’de geçirdiği günleri filme çekme imkanı belirdiğinde boşa geçirdiği yılları telafi edeceğine inanır. Ancak ne alkol bağımlılığından ne de gördüğü halüsinasyonlardan kurtulmuş değildir. Tersine, hayatında parlak ve umut verici olan hemen hemen her şeyin uçup gideceği düşüş başlamıştır – hem trajik, hem kaçınılmaz bir düşüş…
Okuduğum Yates romanları 60’lı, 70’li yıllarda yazılmışlardı. Amerikan Rüyası’nın pompalandığı bir dönemde çaresizce o rüyayı görmeye çalışan ama mutluluğu bulamayan orta sınıfların etkileyici portrelerini çiziyordu. Boston Review’un Ekim 1999 sayısına verdiği röportajda asıl meselesini şu sözlerle açıklayacaktı:
“İnsanların çoğu kaçınılmaz olarak yalnızdır ve trajedisi burada yatmaktadır. Karakterlerimin hayal kırıklıkları ve daha iyi bir şeye duydukları özlem, Amerikan Rüyası’nın püskürtülmüş kalıntılarını temsil eder.”
Cinsiyetçiliğe, erkek egemen kültüre, orta sınıf konfomizmine, yalnızlığa, iş hayatının yeknesaklığına, evliliklerdeki iletişimsizliğe, depresyona dair pek çok karanlık tema barındıran romanlarında olumlu kahraman tipi yoktur. Ancak her romanında temalarını ve insanlarını farklı ve şaşırtıcı hikayelere yedirmeyi başarır. Bu nedenle romanları hem tazelik hem tanıdıklık duygusu yaratır -tıpkı ‘Huzuru Bozmak’ın yarattığı gibi.
‘Huzuru Bozmak’ta yine -her şeyi bilen- üçüncü tekil şahıs bakış açısını ustalıkla kullanarak başta John Wilder olmak üzere, karakterlerin iç dünyalarına derinlemesine nüfuz ediyor. Bu noktada söz konusu karakterlerin her birinin Richard Yates’in hayatından bir şeyler barındırdığı söylenebilir. Başka bir deyişle Yates, kişisel özelliklerini ve yaşadığı dramları karakterlerlerine dağıtıyor.
‘Huzuru Bozmak’ -biyografisini hazırlayan Bailey’e göre- romanları arasında en otobiyografik olanı. Hatta bir tür terapi. Yates sanki hikayesini geçirdiği sinir krizinden kendisini yabancılaştırmak, düştüğü zor ve utanç dolu deneyimlerden uzaklaştırmak için kaleme almış. Bu sayede belli bir mesafeden, objektif bir şekilde gözlemleyebilmiş kendisini -alkol bağımlılığını, hasta bedenini, depresyonun eşiğindeki ruh halini…
Yates’in romanlarına gücünü veren hikayelerle yek vücut olmuş insan tipleridir. Zayıftır Yates’in karakterleri, yani kurmaca dünyasının toplumu kusurlu insanlardan kuruludur. Belli ki kendisini olduğu kadar yaşadığı toplumu da çok iyi okuyup gözlemlediğinden.
Kurmaca dünyası o denli gerçekçi, yansıttığı dış dünyanın o denli kusursuz yansıması ki, okuyucunun zayıflığına, kusurlarına tutulan bir ayna vazifesi görüyor. Aynadakiler edilgin, kararsız, kendine acıyan, budalaca tercihlerle hayatını boşu boşuna harcayan insanlardır. Düşüşleri kader gibi gelir kendilerine ama düşme nedeni seçimleridir.
Karakterlerin iç dünyasının, düşünce ve arzularının tasvirleri yoktur. Ama söz konusu olay ve durumlar öylesine karakteristik, öylesine keskin gözlemlerle ortaya konmuştur ki roman kişilerinin ruhsal ve düşünsel süreçleri okuyucu tarafından rahatlıkla değerlendirilebilir. Yates onların kaderlerini yumuşatmak için hiç bir şey yapmaz, olay örgüsüne katacağı bir kaç motif ile okuyucunun rahatlamasına yardımcı olmaz; roman kahramanları hayat tercihleriyle kaçınılmaz olarak yüzleşeceklerdir. Onlarla birlikte okuyucular da!..
Richard Yates romanlarının 60’lı, 70’li yıllarda karşılık bulamamasının en önemli nedeninin işte bu yüzleşme, yüzleştirme pratiğinde olduğunu düşünüyorum. Zira soğuk ve eleştiri yüklü bir yüzleştirmedir bu. Kasvetli bir yazar oluşu değildi muhtemelen okuyucuları uzaklaştıran – rahatsızlığı yaratan Yates romanlarına çöken kasvetin bir dehşetten kaynaklanmasıydı.
O dehşet savaştan, şiddetten değil Amerikalıların hayat tarzından, özlemlerinden kaynaklanan bir dehşetti. Yates, kendisinin bizzat deneyimlediği dehşeti yine de hafifleterek, makul hikayelerle kanıtlamak yoluna gitmiş ve okuyucuların bu gerçeği kabul etmesini, hiç değilse görmesini beklemişti. Ne yazık aynadaki görüntüsünü sevecek okuyucu çıkmayacaktı.