Sessiz bir başkaldırı: Siegfried Lenz’den Almanca Dersi

29 Şubat 2024
Bu haber 7 ay önce yayınlandı

İnsan yaşantısını siyasetten uzak tutmak, bunu sessiz, derinden, etkili yapmak en zoru. Alman yazar Siegfried Lenz, başyapıtı ‘Almanca Dersi’nde bunu başarıyor; bir kere bile Nazi demeden Nazi eleştirisi yapıyor, hakikatleri okurun önüne seriyor.

Kitapta bir cümle var ki romanın ana fikrini pek güzel özetliyor: “Yalnızca itaat etmeyi bilenler emir verebilir.” 

Siegfried Lenz

Alman edebiyatına epey ilgili bir okur olsam dahi, bilhassa tarihi ve politik anlatıları benimseyen eserlerden uzak durmaya çalıştım çoğu vakit. Gerçi bunu yapmadan eser üretmek zor olmalı, insan yaşantısını siyasetten uzak tutmak usta işi. Bunu bir de sessiz, etkili, derinden yapmak, işte bu en çetrefil olanı. Alman yazar Siegfried Lenz’in, dünyaca ünlü romanı ‘Almanca Dersi’ tam da bunu yapıyor. Üstelik beş yüz sayfalık romanda bir kere bile Nazi demeden, hakikatleri okurun önüne seriyor.

Siegfried Lenz, 17 Mart 1926 Lyck doğumlu, Doğu Alman bir yazar. Hatta o dönem Polonya sınırına yakın bu kasaba Doğu Prusya’da. Esasında bu nereye bağlı olduğu belli olmayan kasabada yaşamış olmak Lenz’in edebiyatına yansıyacak köksüzlük, aidiyetsizlik gibi temaların nüvesini oluşturuyor. Nitekim Lenz’in eserlerini yakın mercek altına alan kişiler, bu temaların roman ve öykülerinde temel bir anlatı oluşturduğuna işaret ediyor. Etik, ahlaksal olgular, bu minvalde çağrışımlar yazarın romanlarının özüne yerleştirdiği çok önemli konular. Yazarın en önemli eseri, 1968’de yayımlandığı sene İngilizceye de çevrilen ‘Almanca Dersi’. Bundan evvel yayımladığı iki roman pek ilgi görmezken, ‘Almanca Dersi’yle bir anda ilgiyi üzerinde topluyor.

Daha önce yine Can Yayınları tarafından basılan ‘Saf Değiştiren’ romanı elimde olmasına rağmen okumadığım bir kitap fakat yıllar sonra yeniden yayımlanan ‘Almanca Dersi’ hemen ilgimi çekti doğrusu. Bir kere benim de üstüne epey düşündüğüm, son dönemde yaşananlar neticesinde zihnimde irdelediğim ‘görev nedir, insanda nasıl bir intiba uyandırır’ hususunu merkezine alması ilgimi çekti. Evde, işte, okulda mütemadiyen görev bilinci dahilinde hareket ettiğine inanan insanların yaşadığı bu çağda, durup düşünülecek bir hususla ilgili seneler önce yazılmış bir roman.

Romana başlamadan evvel, kitabın çevirmeni Ayşe Sarısayın’ın ‘Almanca Dersi’nin Düşündürdükleri…’ isimli nefis bir giriş bölümü okuru karşılıyor. Romanı okurken aldığım haz kadar keyifli bir girişti bu, zira Ayşe hanım hem çevirisine hazırlık aşamasından bahsediyor hem de Lenz üzerine birtakım elzem bilgiler veriyor. Okurun kitabı okumaya dair şevkini artıran bu söylemler, çevirmenin babası Behçet Necatigil’le olan anısıyla katmerleniyor. Bir romana böyle başlamalı diye düşündüm okurken. Üstelik Ayşe hanımın çevirisi özenli, akıcı ve tatmin ediciydi. Hele ki ilk kez okuyacağınız bir yazarın kitabında çeviri çok mühimdir.

Roman iki koldan ilerliyor: anlatıcı Siggi Jepsen’in (tam adı Sigfried Kai Johannes – oldukça ironik tabii yazarla aynı ismi taşıması) Rugbüll kasabasının polis şefi olan babası Ole Jepsen tarafından gönderildiği (kapatıldığı?) ’ıslah merkezinde’ aldığı bir ceza sonrası Almanca dersinde yazması gereken bir kompozisyon için uğraştığı bölümler ve bu ceza neticesinde, “görev bilinciyle” geçmişini anlattığı diğer bölümler. Almanca derslerinde kompozisyon yazılıyor, o günkü konu “görev tutkusu” – senelerce babasının bu bilinçle hareket ettiği, despot bir biçimde davrandığı gerçeğiyle büyüyen Siggi için bunu yazmak esasında basit fakat o kadar fazla anlatacağı şey var ki, neticede ortaya hiçbir şey çıkmıyor. Böylece ceza alan Siggi, tecrit edilerek bir odaya kapatılıyor, burada, kompozisyonu yazana değin kalmak zorunda çünkü görevine sıkı sıkıya bağlı kalmak bir Almanın en asli görevi. Tüm öğretmenler ve hatta görevli gardiyan Karl Joswig bile bu doğrultuda baskılıyor Siggi’yi. Bu da romanın bir diğer damarını oluşturan bölümleri tetikliyor: Siggi ya gerçekleri tam olarak anlatacak yahut sonsuza dek orada kalacaktır. 

Tam da bu noktada, Siggi geçmişi okurun önüne peyderpey sererken karşımıza Nazi dönemi Almanya’sının katı, despotik ve nizami ortamı çıkıyor. Bu minvalde de müthiş sembolik karakterler: yazarın ekspresyonist ressam Emil Nolde’den esinlenerek yarattığı düşünülen ressam Max Ludwig Nansen, Nazi döneminin asker ve bürokratik şekilciliğini sembolize eden Jens Ole Jepsen, dönemin kadın figürlerinin güçlü bir örneği olan Siggi’nin annesi Gudrun Jepsen, müdür Himpel, hatta hayali arkadaş Baltazar… Roman boyunca Nazi kelimesini kullanmadan Nazi eleştirisi yapması, Lenz’in en büyük başarısı. Dahası, bunu süslü cümlelerle ya da bağırarak değil, son derece sakin, tane tane, kısa ve öz anlatılarla ortaya koyması metni olduğundan katbekat güçlü kılıyor. Bir okur olarak romana dair beni en fazla etkileyen şey bu yalın ve ölçülü dilin vuruculuğu oldu.

Ressam Nansen’in eserleri, başkaldırı mahiyeti taşıdığı düşünülerek Berlin tarafından yasaklanınca, resim yapmaması için denetlemek üzere aynı zamanda Nansen’in çocukluk arkadaşı da olan Ole Jepsen görevlendiriliyor. Evvela bir görev bilinci olarak başlayan bu baskı, zamanla Jepsen’in dönemin hudutsuz kibrini de yansıyan ego gösterilerine evriliyor. Durum öyle bir hal alıyor ki, sadece ressam değil, ona destek veren Siggi, Klaas ve Hilke de Jepsen’in şiddetine maruz kalıyor. Görev kisvesi altında kendi çocuklarına bile zarar verebilen Jepsen’i, eşine sadık, ülkesine bağlı bir anne rolü çizmeye çalışan Gudrun’da destekliyor. Romanın ilerleyen bölümlerinde çok başka bir yöne doğru gelişen olaylar neticesinde, Siggi’nin anlattıkları ışığında, okurun keyfi de artıyor. Bilhassa son bölümler epeyce dikkat çekici.

Çevirmen Ayşe Sarısayın’ın da önsözünde bahsettiği romandan bir cümle var ki romanın ana fikrini pek güzel özetliyor: “Yalnızca itaat etmeyi bilenler emir verebilir.” Hakikaten, roman boyunca itaat etmeyi bir marifet sanan karakterlerin el üstünde tutulduğunu görüyoruz. Aslında bugün bile değişmeyen, evrensel bir konudan bahsediyor Lenz. Gözleriniz kapalı inandığınız sürece yanılsama bile olsa, gerçek gerçektir. Bu düsturla hareket eden Ole Jepsen, esasında ailesinin de hayatını zorlaştırmış oluyor. Sanatın, tüm baskı ve şiddete karşı nasıl sapasağlam ayakta kalabildiğini, korunabildiğini, yaşamı anlamlı kılabildiğini ise ressam Nansen karakteri kanıtlıyor okura. Burada da, sanatın işlevi hususunda düşünmeye zorluyor.

Genel olarak bakıldığında, Siegfried Lenz’in bu eseri evrenselliğini koruyacak gibi görünüyor, çünkü zaman geçip sistemler değişse de görevle ilgili bilinç sabit kalıyor. Her yönteme karşı körü körüne inanıp bağlanan kişiler çıkıyor, bu sistemi devam ettirmek uğruna birçok şeyden vazgeçebiliyorlar. Jepsen’in çocukluk arkadaşından, oğlundan yahut kızı Hilke’den vazgeçtiği gibi fakat daha önce de değindiğim gibi, gerçekler er ya da geç ortaya çıktığında vicdan muhakemesi yalnızca kişinin kendine özgü oluyor. Dolayısıyla, roman sona erdiğinde, bir bakıma okur da kendi muhakemesiyle baş başa kalıyor. Yaşananlar, Siggi’nin aktarımları üzerinden anlamlı kılınıyor ancak bir yandan da basmakalıp fikirler ve inanışların öncelikle zihinde kırıldığını / kırılabildiğini irdeliyor. Bu açıdan düşünüldüğü vakit ‘Almanca Dersi’  hala özgünlüğünü koruyan, cevval bir metin olarak kendini kanıtlıyor. Gelecek nesiller için de önemli bir metin, okurlar nezdinde de keyifli bir yolculuk olarak kütüphanelerde yerini alıyor.

Almanca Dersi
Siegfried Lenz
Çevirmen: Ayşe Sarısayın
Can Yayınları, Ocak 2024
512 sayfa.

  • 1

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.