Sular Yükselirken: Bu bir aşk hikayesi değil, kaybolan ruhlara ağıt

26 Haziran 2024

Anja Kampmann'ın despot dünyadan birbirine sığınmış iki kayıp ruhun hikayesini anlattığı 'Sular Yükselirken'i pek çok anlamda zafer; ilk roman için fazla iyi, hayat için fazla hüzünlü. Okuru içinse şiirsel diliyle içimize işleyen eşsiz bir deneyim.

Anja Kampmann

Bir kitabın size hitap ettiğini nasıl anlarsınız? Geçenlerde bir yazar ‘en’ kelimesinin çok tehlikeli olduğunu, öyle sıklıkla kullanılmaması gerektiğini savunmuştu, içimden karşı çıktığımı anımsıyorum. Bilhassa konu kitaplar, okumalar olduğu vakit. Daima iddia ettiğim gibi okumak dünyanın en sübjektif eylemlerinden biri, sadece sen ve satırlar arasında geçen etkileşimden oluşarak vuku bulan… Yaşadığın, hissettiğin, ruhunda duyumsadığın her şey sana ve okuduğun kitaba özgü; bu bağlamda “Okuduğum en güzel kitaplardan biriydi” demek ne tehlikeli ne de saçma. Ben de birazdan bana göre bu senenin (sene bitmedi, farkındayım, fikrimi değiştirecek bir kitap çıkarsa ne âlâ) en iyi kitabından bahsedeceğim.

Can Yayınları’nın son dönem kitaplarından ‘Geceyarısı Partileri’ne epey odaklanmıştım, onunla birlikte edindiğim ‘Sular Yükselirken’, bir süre rafta bekledi. Araya Olga Tokarczuk’un nefis kitabı ‘Empusyon’ ve Richard Ford’un şaheseri ‘Kanada’ girdi, fakat zamanını beklemiş gibi göz kırpmıştı raftan. Böylece bir iş dönüşü metroda başladı bu romanla hikâyemiz.

Okuruna pek çok şey vadeden bir ilk roman

Evvela bilmeyenler için yazar Anja Kampmann’dan bahsedeyim: Şiirle başlayan yazın yolculuğu 2016’da yayımladığı ve Regaip Minareci’nin nefis çevirisiyle Türkçeye kazandırılan ‘Sular Yükselirken’ romanıyla devam ediyor. Roman ödüller alıyor, 2020’de ‘High As The Waters Rise’ ismiyle Anne Posten tarafından İngilizceye aktarıldıktan sonra National Book Award for Translation’da kısa listeye kalıyor. Iowa Üniversitesi’nde de burslu eğitim alan Kampmann’ın iki de toplu şiir kitabı var. Şiirlerinin de ödüllü olduğunu söylemek lazım. Bu kitabı okuyana kadar ismini duymadığım bir yazardı, artık yazacağı ne varsa takip edeceğim biri oldu. Muhtelif yerlerde kitabının puanının düşük olması sizi yanıltmasın, okuruna pek çok şey vadeden bir ilk roman.

Hayal kırıklıkları, yoksunluklar ve yokluklar

Anlatmaya nereden başlasak… Öncelikle baş karakterin adı Wacław -Lehçede kabaca zafer anlamına geliyor, Almanca karşılığı Wenzel, türediği dil ise Latince: Wenceslaus. Bu ismin ironik olması ayrı bir şiirsellik, çünkü Wacław’ın hiçbir zaferi yok hayatta, bilakis hayal kırıklıkları, yoksunlukları ve yoklukları var. İnsan yaşamının çetrefil yönlerini açıkça gösteren bir silikliğe sahip. Fas yakınlarda açık bir denizde, petrol aranılan bir yerde, kendi yalnızlığına hapsolmuş erkeklerden biri. Bu ıssızlığı niçin seçtiğine dair bir emare yok hikâyenin başında fakat tüm bunları çekilir kılan bir detay var hayatında: Mâtyâs -ranza arkadaşı, sırdaşı ve olası sevgilisi. Bir gün fırtınada yok oluyor Mâtyâs, bir kaza. İlerleyen sayfalarda bunun bir kaza olup olmadığına okur karar veriyor tabii. Ne arıyorlar onu, ne de bir çaba sarf ediyorlar, sadece “Gitti” diyorlar, “Mâtyâs gitti”. Bir insanın çekip gitmesi gibi. Hiçliğe mi, karanlığa mı yoksa okyanusun dibine mi? Muğlaklık sarıp sarmalıyor bizi.

Yol arkadaşının kaybından sonra adeta savruluyor Wacław -kalamıyor da. Eşyalarını ailesine teslim etmek üzere Macaristan’a doğru yola koyuluyor ama yol dediğimiz çetrefil. Öyle kolay değil ki bir anda ‘gitmek’ -giderken geçmişle gelecek arasında bir köprü kurarak ne kadar anı varsa ruhuna üşüşmesine sebep oluyor. Sözgelimi, karada oldukları vakit Mâtyâs ile gittikleri otele dönüyor, duyuları ve kokuları ile. Yahut yalnızlığında ziyaret ettiği Irene’i ziyaret ediyor -adeta yaraya tuz basmak istiyor Wacław.

Başka bedenlerde, başka acılarda arıyor ne arıyorsa

İnsanın hayatında her türlü savrulmalar mevcut olsa da, anne-babası tarafından kaderine terk edilmiş bir adam olan Wacław için savrulmanın ne kaynağı var ne de sonucu. Başka bedenlerde, başka yerlerde, başka acılarda arıyor ne arıyorsa. Bir parça huzur bulabildiği yer ise Mâtyâs’ın ruhu, zirâ aynı kapitalist sistemin bir parçası ikisi de. Birbirlerini anlıyorlar, acılarını sağaltacakları yeri beraber arıyorlar. Bunun adına aşk demek sanırım biraz ikisinin ruhunu da hafife almak gibi oluyor, çünkü okyanusun ortasında, herkesten ve özellikle geçmişlerinden uzakta bir varoluş mücadelesi veriyorlar. İki erkek bedeni, tek ruh.

Wacław’ın Macaristan’da, Mâtyâs’ın üvey kız kardeşi Patricia ile olan konuşması ise esasında bu iki ruhun özünü ortaya koyuyor: Patricia, kardeşinin ölümünden sorumlu tutacak birini ararken Wacław bu hususta sessiz kalmayı tercih ediyor. Ona eşlik ediyor, hayatının pek çok anında birilerine eşlik ettiği gibi. Hatta içindeki boşluğa çare olur diye onunla yatıyor, fakat böylesi bir ‘yas’ duygusunun umarsız olduğunu okur baştan beri biliyor. Herkesin hayatına teğet geçen biri o, varlığını yaslayabildiği tek kişinin yok oluşundan sonra dikiş tutturması epey zor.

Yolda olmak ona yetiyor

Roman boyunca mekânlar var, tozlu otel odalarında kalıyoruz, tahta evlerde konaklıyoruz, çiftliklerde misafir oluyoruz. Sesler, kokular var. Okyanusun soğuğu var, derin maviliği, gecenin karanlığı. Yataklar var, kadınlar ve erkekler. Wacław var bu mekânlarda. Kadınların içine girerken aslında dünyadan uzağa giden bir adam o, sadece yapmış olmak için yaptığı eylemleri kovalıyor.

Resimde bir de eski karısı Milena var, sokak köşesinde birkaç paraya dikilen bir kadın. Bir amaç edinmek uğruna onu arıyor Wacław -yolda olmasının bir başka sebebi. Milena’yı bulursa belki biraz daha iyi hissedecek, kim bilir belki de Mâtyâs’ı unutacak. Hiç de umduğu gibi olmayacak, Milena’nın kardeşinin söylediği gibi daha da kaybolacak bir yerlerde.

Kendine bir son yazmak istemiyor bence Wacław, aksine, yolda olmak ona yetiyor. Alois’in kuşu gibi özgür değil, artık Mâtyâs bile ondan daha özgür. İçten içe kıskanıyor belki de, giden ben olmalıydım diye hayıflanıyor fakat bunu söyleyemeyecek kadar sinik -isminin hakkını veremiyor.

Şiirsel dil içine işliyor okurun

Metin boyunca korunan şiirsel dil içine işliyor okurun, yazarın şair olmasının büyük avantajını kullandığını düşünüyorum. 36 kıtalık bir şiir gibi adeta roman, her bölümde farklı bir tınıyla çınlıyor ruhumuzda. Okuyanı alıp uzaklara götürüyor: Yaşanmışlıklara, yaşanmamışlıklara, hayatta geç kalınan her şeye, kayıplara, tutulan yasa, öpülen dudaklara ve ellere.

Mâtyâs’dan geriye kalan terli bir bant, bir anı olarak yatak ve Walkman. Hayat hep böyle an’lardan ibaret, gelip geçici. Fotoğrafını çekip zihnine yerleştir ki yasını layıkıyla tutabilesin. Wacław da istisna değil, aslında Mâtyâs’ın kaybından sonra yaptığı her şey, tutturduğu bir ağıt gibi. Beraber olduğu tüm kadınlarda bir parçasını bırakmak istiyor ruhunun, dağılsın, paramparça olsun diye.

Kaybolan ruhlara ağıt

Yine de, Wacław’a acımadım okurken; ne de onu anladım. Yerinde olsam ne yapardım diye düşünmedim bile. Fakat Mâtyâs’ı düşündüm, hem de uzun uzun. Onun yerine Wacław ‘gitseydi’ ne yapardı diye tahayyül etmeye çabaladım. Hayatı bir yerinden yakalardı bence, öyle ya da böyle. Macarca ‘tanrının lütfu’ çünkü o, bir yerlerde bir zamanlar Wacław’a armağandı fakat bir biçimde okyanusa karıştı. Sistemin yok ettiği dalgalar gibi yok oldu. Hayır, bu bir aşk hikâyesi değil; bu bir sistem eleştirisi, kaybolan ruhlara bir ağıt, sessizlikten gelen asaletle harmanlanmış.

Kampmann hiçbir kelimeyi ziyan etmemiş, bir zincirin halkaları yahut bir örgünün adımları gibi ilmik ilmik işlemiş hikâyeyi.

Ne olmuş, ne bitmiş de böyle bir yola çıkmış bilinmez ama okuru için fanus içinde bir şiir yazmış. Hakikaten sözümün arkasındayım, pek çok kişi için bir şey ifade etmeyecek bu kitap ama dikkatli bakan okurlar için istiridyenin içindeki inci tanesi gibi bu roman. Bilinmeyen sulara götürüyor, okurun duygusunu ziyan etmiyor. Her bir karakter hüzünlü, insani ve sıradan, olması gerektiği gibi. Şiirin doğası gibi, hayat da epey sıradan onlar için. Becerdikleri ne varsa yapmaya devam ediyorlar ama savrularak, ama direnerek.

Wacław için aynı şey geçerli değil, onun ne yöne gittiği belirsiz. Fiorino’nun içinde kendini güvende hissettiğini düşünüyor, arayış içinde gidiyor da gidiyor fakat esasında hâlâ orada, Mâtyâs’ın yanında. Bize veda ediyor ama ona asla. Taşıyor bir madalya gibi, bence ömrünün sonuna kadar taşıyacak da. Hayır, bu bir aşk öyküsü değil; acımasız, despot bir dünyadan birbirine sığınmış iki ruhun öyküsü. Birinden biri muhakkak sizi çağıracaktır.

‘Sular Yükselirken’ pek çok anlamda bir zafer, bir ilk roman için fazla iyi, bir şiir için fazla gerçek, hayat için fazla hüzünlü. Okuru içinse bulunmaz bir deneyim.

***

Mâtyâs’a
Biliyordun belki gideceğini, okyanusu bundan seçtin. Göğe gitmek istemezdin, kardeşinin yaşadığı o köhne yerde zaten veda edemezdin ruhuna, bilinçli bir adım attın Mâtyâs -ama hayatı hesaba katmadın. O zaman her şey başka olabilirdi, yolda olabilirdin. Dinlediğin şarkıyı mırıldanırken gülümseyebilirdin. Kim bilir, belki de Wacław’ı kurtarabilirdin. Böyle olacağını tahmin etmedin, olsun. İster bilinçli ister bilinçsiz, gitmeyi tercih edecek kadar cesur olduğun için teşekkür ederim! Wacław’ı bilmem ama ben seni sonsuza değin zihnimde taşıyacağım…


NOT: Buraya değin okumuş okurlara çıtlatmak adına söylemek isterim, Anja ile bir sohbet gerçekleştireceğiz bir sonraki ay, belki o zamana kadar romanı okursunuz? Zira, okunmayı, hissedilmeyi hak eden bir roman bu. Benim içinse hiç unutamayacağım bir anı olarak kalacak. Hissettirdikleri baki…

Sular Yükselirken
Anja Kampmann
Çeviren: Regaip Minareci
Can Yayınları, 2024
roman, 336 sayfa.

Satın Al

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.