Selim İleri’nin 'Yalnız Evler Soğuk Olur'u, ona özgü 'buğulu gerçekçiliğin' örnek yapıtlarından. Pek çok anı ve imge, tekin olmayan bir gerçekliği yansıtırken arka planda sitem, öfke ve özlemle karışık hüzünlü sis bu gerçekliğin üstünü örtüyor.
Selim İleriTanpınar’ın imlediği gibi, ne içindeyiz zamanın ne de büsbütün dışında. Ama Selim İleri’nin son romanı ‘Yalnız Evler Soğuk Olur’da daha çok, yekpare değil, parçalanmış bir aynanın hem bugünü hem geçmişi içinde barındıran kendine has zamanındayız. Zamana saçılmış parçaları toplasanız bile, ulaştığınız görüntü buğulu ve kırık bir aynanın size vaat edeceğinden daha fazla bir gerçeklik sunmayacak. Yazarın daha önceki pek çok romanında olduğu gibi zaman kronolojik ilerlemiyor. Bu metin, belki de edebiyatın büyülü olmasa da yazarına özgü ‘Buğulu Gerçekçiliğinin’ örnek yapıtlarından birisi. Pek çok anı ve imge, herkes tarafından bilinen karakterlerin ama bilinmeyen yaşanmışlıklarıyla bize tekin olmayan bir gerçekliği yansıtırken, aynı zamanda arka planda sitem, öfke ve özlem duygularıyla karışık hüzünlü bir sis bu gerçekliklerin üstünü örtüyor.
Biz bu gerçeklikleri, adını bile unuttuğumuz binbir renkli çiçeklerle bezenmiş kokulu bahçelerden odamıza gelen ve mayıs esintisiyle dalgalanan bir tülün ardından, onun elverdiği ölçüde alımlıyoruz. Bu metinde diğer romanlarından farklı olarak, okurun okuma süreci içinde ne hissedeceğinin yazarın umurunda olduğunu söylemek pek olası değil.
Bu metin otobiyografik bir kurmaca. Yazarın okuruyla kurduğu terapötik bir ilişki. Bu nedenle bu metin en az bir, en fazla iki kişi için yazılmış. Yazar, yoğun olarak serbest bıraktığı bilinç akışı ve iç monologların yanında, fiziki olarak da adeta karşısındaki koltuğa, okurun (belki de bilinçaltı demeliyiz) safına geçerek kendisiyle cüretkâr bir hesaplaşmaya girişmiş.
“Aklınız buruşmazsa ölünceye kadar yazacağınız tek bir kitap! Kimsenin beklemediğini biliyorum, kimsenin istemediğini, talep etmediğini.” Syf.32
Eco’nun betimlediği, herhalde en bilinçli, en sadık, en çalışkan ‘örnek okur’ bu kitabın bir ve biricik okurudur. Bizler tesadüfen oradan geçiyoruz. Hadi fazla da yazara yüklenmeyelim; tevafuk diyelim buna. Romanda karşımıza çıkan Ahmet Haşim’ler, Ziya Osman Saba’lar, Mehmed Rauf’lar, hatta dünya klasiklerinin hâlâ bizimle yaşayan ölmez karakterleri Karenina, Bovary, Mişkin, Mrs.Dalloway sadece ve sadece iki ana karakterin ruh çözümlemeleri için sahne alıyor: Süha Rikkat ve Selim İleri.
İkisi de hem örnek yazar, hem örnek okur. Sanırım hiçbir yazar okuruna, hiçbir okur da yazarına bu kadar şefkatli ve bu kadar gaddar olmamıştır.
“İçim öylesine hırpalanmış. Her zaman söylediğim gibi, ruh gurbetindeyim. Ruh gurbetinde yaşadığımı kimseye söylemedim, kimse bilmedi.” Syf.71
1983 yılında raflarda yerini alan bir romandan çıkıp gelen Süha ve yaratıcısı Selim, bilinç ve bilinçaltının git-gelli labirentlerinde birbirlerinin personası. Ama labirent geriye işlemez; ya orada kendilerine çıkış için bir yol bulacaklar; ya da sonsuza dek orada yaşayacaklar. Geçmiş bugünün içinde erirken Selim de Süha’nın içinde eriyor. Veya viceversa.
“Memleket çapında meşhur oldum. İç dünyamda ise birçok kez canıma kıydım.” Syf.80
Sıradan okur, bir yolunu bulup da bu ‘iki kişilik’ şiirsel metnin içine girmeyi başarabilirse, bir tülün ardından da olsa, son 50-60 yılın edebiyat tarihini, siyasi travmaları, acıklı olayları, darbeleri, sürgünleri, idamları gerçek kişiler ve eserler üzerinden, kendi imgelem yetenekleri ölçüsünde bir gölge tiyatrosu olarak izleyecektir. Bu da sıradan okur için azımsanmayacak bir ödül olsa gerek. Zaten fıtratımızda var; şair haklı; en çok hüzün yakışır bize ve kan görmeye bayılırız.
Bu romanı okurken zihnimden ve kalbimden çok duygu, çok düşünce, çok imge geçti; ama kendi adıma en baskın duygu, ilk satırından son cümlesine kadar ‘yalnızlık duygusu’ idi. ‘Yalnız Evler Soğuk Olur’ beni, bu duyguyu daha önce yoğun hissettiğim unutulmaz başka bir metne götürdü: ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’!.. Sait de, bu kalabalıklar içindeki yalnızlığı o şiirsel metinde yakıcı bir dille betimlemiş, ama insanlar taammüden yanlış anlamayı seçmişlerdi. Bu da bir çeşit suikast. O şiirsel öykünün şiirsel roman versiyonu bu metin. Romanın ruh ikizi diyebileceğimiz iki karakterinden biri olan Süha Rikkat’in çare olarak betimlediği çaresizliği en az Burgazada’daki adamın yalnızlığı kadar gerçek:
“Romanlarımdaki genç adamı ölesiye sevmekten başka çarem yoktu artık.” Syf.114
O insanlar, o hissedişler ve o yaşanmışlıklar bazen kalbimizde bazen buğulu, kırık bir aynanın parçalarında kalsalar bile.
Bence bu metnin biricik yazarı ve biricik okuru, gerek kaleme alırken gerekse satır satır okurken çok gözyaşı döktü. Ne de olsa sözcüklerle notaya dökülen bir melankoli rapsodisi.
Sanırım burada sanatın iyileştirici gücünden ve sağladığı sağaltımdan da bahsetmemiz gerek. Yaşanmışlıkların getirdiği acılar, insanın insana uyguladığı şiddet, yaslarımızın getirdiği travmalar karşısında sonunda yine bir kaçış adası olarak yazmaya sığınmak…
“Hâlâ insanlığa ait bir ümit peşindeyim. Engizisyonunuz ne derse desin, kabuğuna çekilmiş, kendi köşemde, eski vardiya yalnızlığımla, yorulmak nedir bilmeyerek hâlâ yazıyorum.” Syf.126
Bir vasiyet romanı olarak adlandırılan ve altı yıl önce tamamlanıp yayınevine teslim edilen bir romandan sonra yaşanılan sorunların arkasından yine ve yeniden yazmaya başlamak, edebiyatın iyileştirici kudreti açısından sanırım güzel bir örnek. Yazmak, vefalı bir dost, sadık bir sevgili gibi, iyi yazarı asla terk etmiyor.
“Sonbahar bizim en güzel zamanımızdır. Biz emellerinden uzak düşenler ancak sonbaharda iyileşiriz.” Syf.124
Hiçbir yazarın vasiyet romanı olamaz. Onlar, devasa tek bir romanın birbirine eklemlenen asla sararmayacak bembeyaz sayfalarıdır.