
Entrika, aşk, cinayet, savaş: Siz ne alırdınız?
Yerli dizi ‘Mezarlık’ın adalet savaşçıları yine ataerkiye savaş açarken ‘Ziddi Girls’ün inatçı kızları güçlü kadınlar olmaya çabalıyor. ‘Toxic Town’ın anneleri bir çevre skandalını, ‘Whiskey on the Rocks’ ise az kalsın üçüncü dünya savaşını patlatıyor.
Netflix’in sevilen yerli dizisi ‘Mezarlık’ ikinci sezonuyla bizlerle! Özden Uçar ve Onur Böber’in kaleme aldığı dizi, farklı sosyokültürel ve ekonomik gruplardan erkeklerin kadına şiddette ortaklaştığını göstermeye, eril şiddetle birlikte adaletteki açıkları da ifşa etmeye devam ediyor. Senaryosunun yanında olay yeri görüntülerinin gerçekçiliği ve polisiye, dram, gerilim türlerinin iyi bir örneği olmasıyla da övgüleri toplayan dizinin yapımcılığını Abdullah ve Evren Oğuz, yönetmenliğini Abdullah Oğuz ve Ömer Baykul üstleniyor.
Konuyu hatırlayalım: Ana karakterimiz Başkomiser Önem Özülkü (Birce Akalay), yeni kurulan Özel Suçlar Birimi’nin başına getirilir. Esasında bir PR çalışması için kurulan bu birim zamanla, Önem başkomiserimiz sayesinde asıl amacına ulaşır: Artık kadına şiddetle mücadele ve kadın katillerini adalete teslim etme görevlerini gerçekten yerine getiren bir birim vardır. Erkek egemen bir meslekteki birimin kadın yöneticisi olan Önem önyargılarla başa çıkmaya çalışırken bir yandan da vakalarda ilerlemesini engelleyen bürokrasiyle sınanır. Tepedekilerle başlarının derde girmesini istemeyen üstleri de cabası. Önem’in ekibinin birimi benimsemesi zaman alsa da onları, aile gibi hissedecekleri bir ekip ruhu bekliyor.
Kadına şiddetin fiziksel ve cinsel dâhil farklı boyutlarını kapsamlı şekilde ele alan dizi farkındalık oluşturmada başarılı. Bunu yaparken de hikâye geri plana atılmıyor. Cinayet temalı sert gerçekçi yapımları sevenleri de polisiye tutkunlarını da tatmin edecek bir iş. Dizide eril şiddetin yanı sıra ‘eril adalet’ de eleştiriliyor. Can güvenliğinden endişelenen kadınların polise gittikten sonra öldürülmesi gibi, emniyet güçlerinin ve adalet sisteminin yetersiz kaldığı (hatta göz yumduğu) durumlar üzerinden kurumlar da cesurca eleştiriliyor.
İlk sezonda her biri farklı vakayı ele alan film uzunluğunda dört bölüm izlemiştik. Ekibin bireysel hikâyeleriyse kesintisiz devam etmişti. İkinci sezonda seyir nispeten kolaylaştırılmış. Bölüm süreleri yine uzun olsa da neredeyse yarıya düşürülerek klasik dizi formatı tutturulmuş. Vakalarsa iki bölümlük bloklar hâlinde. Bir de sezon boyunca devam eden ana vaka var: Ekipten Hasan abimizin (Şehsuvar Aktaş) yıllar önce ölen kızının yeniden açılan dosyası.
Savcı Gökhan’ı (Cem Sürgit) ikinci sezonda bizim safta izliyoruz. Emniyet Müdür Yardımcısı Haluk (Hakan Meriçliler) en başta bildiğimiz gibi, işlerin nüfuzlu insanlarla arasını bozmadan ilerlemesine uğraşıyor. Ancak onu bir karakter gelişimi bekliyor. Komiser Serdar’ın (Olgun Toker) huysuz ve tatlı enerjisini özlemişiz, onu da babası Haluk’la daha farklı bir evrede izliyoruz. Favori karakterlerimizden Kriminalist Berk (Baran Güler), yetenekli Adli Tıp Uzmanı Feriha (Sezgin Uzunbekiroğlu) ve Önem’in cesur kızı Sude’yi de (Elif Sevinç) daha yakından tanıyoruz. Hasan abinin hikâyesine zaten kızının dosyasıyla hemen giriyoruz. Yan karakterlerin açılmasıyla hikâye derinleşmiş özetle. İlk sezondaki harcker’ımız Sophia (Berna Öztürk) yerine bu kez Selin (Arbil Tabur) var.
İkinci sezonda gerçek hayattaki kadın cinayetlerine göndermeler var. Lale Çetin adlı bir kadın bir holdingin 20. katından düşüp öldüğünde intihar süsü verilmiş; holding sahibinin ona tecavüz edip camdan attığı bilinmesine rağmen deliller karatılmış. Olayı dinlerken, isim benzerliğini de düşünürsek, aklınıza Şule Çet cinayeti gelmiş olabilir. Çocuğunun gözü önünde öldürülen Sakine Yılmaz, ölü bedeni kömürlükte bulunan kız çocuğu Batmanlı Zelal gibi, zamanında gündem olmuş olayları anımsatan vakalar da duyuyoruz. Gönderme olup olmasından bağımsızca biliyoruz ki şablonlar hep benzer, isimler farklı.
İkinci sezonun yayınlandığı 27 Şubat gününden tam bir yıl önce, 27 Şubat 2024’te üst üste kadın cinayetleri haberleri aldığımız bir dönem yaşamıştık. Bu vesileyle ölenleri anmış olalım ve kanayan yaramızı hatırlamak, değişime kendimizden başlamak için motive olmak üzere Netflix’in ‘Mezarlık’ dizisine doğru yol alalım.
Sıradaki önerimiz de ‘Mezarlık’taki gibi adalet arayışı üzerine ve yine Netflix’te. Bu kez ataerkiyle değil, sistemle ve şirketlerle mücadele ediyoruz. Dram türündeki ‘Toxic Town’ gerçek olaylara dayanan ve dört bölümden oluşan bir mini dizi. Jack Thorne’un kaleminden çıkan ve Minkie Spiro tarafından yönetilen dizi, İngiltere’nin eski bir çelik üretim kasabası olan Corby’de gerçekleştirilen bir ıslah çalışmasının gelecek nesillerin sağlığını nasıl tehlikeye attığını ve kasabanın direnişini anlatıyor.
1980’lerde kapatılan bir çelik fabrikasının 1990’larda ıslah edilmesine karar verildiğinde kasaba halkı, bu ıslah çalışmasındaki zehirli atıkların nasıl sonuçlar doğuracağından habersizdir. Ana karakterlerimiz, benzer zamanlarda hamile kalan üç kadın. Bebeklerinin ortak noktalarıysa doğum yeri ve zamanıyla sınırlı değil. Bu bebekler doğduklarından itibaren ağır sağlık sorunlarıyla veya ‘anormallikler’le karşılaşan bebekler. Kiminin uzvunda kiminin kalbinde ortaya çıkan bu durumlar, aileler, özellikle de hamileliklerinde neyi yanlış yaptıklarını düşünüp kendilerini suçlayan anneler için bir dönüm noktası oluyor.
Kimi çift bu zorlukların üstesinden gelmek için kenetlenirken kimi aileler dağılıyor. Ancak bu üç anne, sistemin sert duvarlarına çarpa çarpa ilerleseler de pes etmiyor ve bu durumun ıslah çalışmasına bağlı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Gerçek bir olaydan uyarlanmış ‘Erin Brockovich’ filminin daha dramatik bir versiyonu olarak düşünebilirsiniz.
Dizi yalnızca çevre kirliliğini değil, sakatlığa bakışımızı da mercek altına alıyor. Misal, dizideki ebeveynlerden birinin çocuğunu terk etmesinin nedeni bir uzvunun farklı olması. Böyle bir terk edişin haklılığı sorunun büyüklüğüyle paralel değil, bu davranış her koşulda haksız elbette. Ancak bu durum bizi, içimizdeki rahatsızlıkla yüzleştiriyor. Normdan sapan ufacık bir detay bile bizi tetikleyebiliyor.
Bir diğer tema elbette annelik. Özellikle Susan (Jodie Whittaker) karakteri üzerinden, anneliğin koşulsuz bir biyolojik bağ yaratıp yaratmadığını düşünmeye başlıyoruz. Çocuğunun ‘anormalliği’ onu uzaklaştırmıyor, ama Susan’ın bebeğine yaklaşmakta duraksadığını, onu hemen bağrına basamadığını görüyoruz. En ideal koşullarda bile yeni doğum yapmanın fiziksel ve psikolojik sonuçları olabiliyorken özellikle böyle durumlarda yalnız bırakılan anneleri de hatırlıyoruz. Ve yine ideal koşullarda bile bebek bakım sorumluluğunu paylaşmayan kocalar olduğunu düşünürsek, özel çocukların tüm yükünün annelerde olduğunu tahmin etmek zor değil.
Genç belediye çalışanı Ted (Stephen Macmillan) üzerindense sistemin çarpıklığı ifşa ediliyor. Ted, tespit ettiği güvenlik ihlallerinin sistematik olduğunu fark ediyor. Yetkililerin dostlarına ihaleler dağıtması, projeyi hızlandırmak ve kişisel çıkar elde etmek için kuralların kasten ihlali de cabası. Kamu yararına olması gereken bir projenin nasıl rant kapısına dönüştüğünü izliyoruz. Tanıdık geldi mi?
Yalnızca İngiltere’nin değil, dünyanın dört bir yanında göz ardı edilen, halı altına süpürülen çevre skandallarından biri olan Corby vakasını anlatan dizinin oyuncu kadrosunda Jodie Whittaker, Aimee Lou Wood, Rory Kinnear, Robert Carlyle gibi sevilen isimler var. Geçmişteki bir olayı anlatsa da mesajı itibarıyla gelecekten haber veren ‘Toxic Town’ Netflix’te.
Disney+ bizi bu hafta bir politik hicivle karşılıyor: ‘Whiskey on the Rocks’. Uluslararası siyasetle ilgili yapımları seviyor, ama propagandadan da hoşlanmıyorsanız bu İsveç yapımı mini dizi size göre. Mizahla soslanmış dizi aslında zamanında hiç de komik olmayan, uluslararası krize neden olmuş gerçek bir olaydan uyarlama.
Jonas Jonasson’un bir hikâyesinden Henrik Jansson-Schweizer tarafından senaryolaştıran dizi, Soğuk Savaş sırasında Sovyet denizaltısı S-363’ün (U1137) İsveç kıyısında karaya oturup kaos yaratmasını anlatıyor. 1981 yılında Sovyetler Birliği ve İsveç’i ilgilendiren bu olaya ABD, Sovyetlerle arasındaki Soğuk Savaş nedeniyle bir yerinden dâhil olmaya çalışıyor ve biz de üç ülkenin muhatapları arasındaki gergin, tuhaf ve komik ilişkiye tanık oluyoruz.
Söz konusu denizaltının kaptanı Peskov (Andrius Bialobzeskis), askerlere bir geceliğine partileme izni verir, öncesinde de rotanın yeni hedefe göre ayarlanmasını emreder. Koordinatlardan sorumlu askerin parti haberini almasıyla görevini unutması bir olur ve gemi kendini alakasız bir yerde, İsveç’in Karlskrona adlı sakin bir sahil kentinde karaya oturmuş halde bulur. Anlayacağınız, adını bu denizaltının Whiskey sınıfı olmasından alan dizide kaos viskiden değil, votkadan çıkıyor.
Sorun şu ki burası aynı zamanda İsveç’in en büyük deniz üssüdür. Olayın İsveç tarafındaki tek tanıkları ise küçük bir kulübede yaşayan, huysuz ama sevimli iki ihtiyar balıkçıdır ve haberi beceriksizce bir yerlere ulaştırmaya çalışırlar. Hatanın duyulmasının ardından Kaptan Peskov askerî mahkemeye çıkacak olmalarıyla yüzleşmektedir, SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev ise (Kęstutis Stasys Jakštas) öfkelidir. İsveç Başbakanı Fälldin (Rolf Lassgård) daha olana bitene hâkim olamadan her olayın salçası ABD’nin taze başkanı Ronald Reagan (Mark Noble) bunun bir krize dönmesi için ellerini ovuşturmaktadır.
Bu olay, zamanında üçüncü bir dünya savaşına yol açması beklendiğinden başta politik dram ve gerilim olarak çekilecekmiş. Ancak Brejnev’i aklı gidip gelen bir sarhoş, Fälldin’i koyun yetiştiren düz bir adam, Reagan’ı da bir savaş çığırtkanı olarak betimleyen ekip bu tablonun oldukça absürt olduğunun farkına vararak dizinin tonunu hiciv, mizah, dram olarak değiştirmiş. Pek yerinde bir karar, pek tadında bir dizi olmuş. Böylelikle komedi izlediğimizin farkına varmadan sürükleyici bir politik dizi izliyoruz.
Denizaltılarının klostrofobik ortamına eklenen gerginlik ve buna tezat oluşturan geniş ve sakin İsveç kasabasının sıkıcılığı başarılıyla yansıtılmış. Tevekkeli değil, yönetmen Björn Stein dizinin hiciv ve mizah sosuna bulanacağını ilk başta görüntü ve sanat yönetmenlerine söylememiş. Dizi her şeyden önce sizi sinematografisiyle kendine çekiyor. Dönem işi olmasıyla ve Rus ezgilerinden esintiler taşımasıyla da (elbette onunla kıyaslamasak da) ‘A Young Doctor’s Notebook’ dizisinin aromasını taşıyor.
Zaten izlerken göreceksiniz, ama dizinin yönetmeni de bir politik duruş sergilemediklerini ve taraf tutmadıklarını özellikle vurguluyor. Niyetleri, gücü elinde bulunduran erkeklerin aynı hataları tekrar tekrar yapmasını ve diplomasiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuzu göstermek; bir nebze de olsa günümüzdeki siyasilere mesaj vermek. İlk kez 2024’te 35. Stockholm Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen dizi dünyaya açıldı ve Disney+’ta keşfedilmeyi bekliyor.
Prime bu hafta bizi Hindistan’a, bir genç-yetişkinlik dizisine götürüyor. ‘Ziddi Girls’ yani ‘İnatçı Kızlar’, adı üstünde bir grup asi genç kadını izlediğimiz, güçlendirici mesajlarla dolu keyifli bir dizi. ‘Ziddi Girls’ çığır açmıyor, yepyeni mesajlar da vermiyor, ama kadın isyanı temalı yapımları sevenleri ya da hikâyesini entrikalar üzerine kurmayan eğlenceli gençlik dizilerini özleyenleri tatmin ediyor.
Bir grup genç dedik, ama işin aslı bir okul dolusu genç kadından bahsediyoruz. Dizi Matilda Evi adlı, Delhi’nin en prestijli okullarından birinde geçiyor. Hem yatılı hem standart (ama yalnızca kadın) öğrencilere eğitim veren okul ilerici ve özgürlükçü ilkeleriyle ünlü. Bir gün üst sınıflar ders saatleri dışında birinci sınıftaki öğrencilere cinsel eğitim dersi vermeye kalktığındaysa iş çığırından çıkıyor.
Öğrenci Birliği Başkanı genç Paro (Sudhana Sankar), kadınların bedenlerinden ve cinselliklerinden utanmamaları gerektiğini bir filmle desteklemek isterken çömez öğrencilerden biri dersi videoya çekip arkadaşına gönderiyor. Arkadaşı da bunu sosyal medyada yayınca Matilda Evi’nin adı, ‘öğrencilere müstehcen filmler izletilen okul’a çıkıyor. Bizim de aşina olduğumuz gibi günümüzde bir olay viral olmayagörsün, konu hemen alternatif medyadan geleneksel medyaya da sıçrıyor ve durum ülke meselesi haline geliyor. ‘Aile yapımız’ ve ‘gençlerimizin ahlakı’ gibi söylemlerle hakikat çarptırılıyor ve iş bakanlara kadar uzandığı için Matilda Evi’ne muhafazakâr yaptırımlar uygulanması gerekiyor.
Neyse ki öğrenciler şanslı, zira Matilda Evi’nin öğretmenleri de okulla özdeşleşmiş ilkelere bağlı. Genç kadınların sindirilmeden yetiştirilmesini önemseyen, bir nevi ‘Hayat Bilgisi’nin Afet Hoca’sı gibi öğretmenler, öğrencilerle birlikte okulun manifestosu haline gelmiş isyankâr marşlara bile eşlik ediyor. İşte böyle bir ortamda bir yandan okulu da aşan sisteme direnişi, diğer yandan gençlik dizilerinin olmazsa olmazı öğrencilerin akademik stresini, arkadaşlıklarını, bireysel hikâyelerini izliyoruz.
Gençlerin ve Matilda Evi’nin enerjisi çekimlere de yansımış, zira hiç sıkılmıyoruz. Dizi, yetişkinlerin de genç-yetişkinliğe adım atanların da keyifli zaman geçirmesini garantiliyor. Dünyanın sağa çekmeye başladığı günümüzde Hindistan gibi bir ülkeden böyle yapımlar çıktığını görmek, bu özgürlükçü sesin bir moda olduğu ve gelip geçeceği şeklindeki karamsar havayı umutla dağıtıyor.
Kadınların hanım hanımcık olmasının beklendiği toplumsal cinsiyet rollerine karşı çıkan bu öğrenciler için, eleştirmek maksatlı söylenen ‘dik başlı kız, inatçı kız, asi kız’ ifadeleri bir iltifat. Peki Hintçede ‘inatçı’ anlamına gelen ‘ziddi’ kelimesi size de (dilimize Arapçadan geçen) ‘zıt’ kelimesini anımsattı mı? ‘İnatçı’ kelimesini ‘zıt giden’ anlamında düşünürsek iki dil arasında ortak bir kelime keşfettik diyebilir miyiz? Arapça ve Farsçadan alınan bazı kelimelerin hem Hintçede hem Türkçede ortak kullanıldığı bilgisini de düşünürsek… Bunu konunun uzmanlarına bırakıyor, ‘Ziddi Girls’ün inatçı kızlarıyla tanışmak üzere sizi Prime’a uğurluyoruz.