Fabrizio Paterlini: İstanbul bir şarkımın isim babası
Nobel ödüllü Fransız yazar Annie Ernaux kitaplarında anlattığı meseleler kadar kişisel hayatında da politik duruşu ve tutumuyla sözünü esirgemeyen bir yazar. Geçen sene Fransızca yayınlanan bir kitapta yer alan röportaj bunu doğruluyor.
Nobel ödüllü Fransız yazar Annie Ernaux kitaplarının yanı sıra politik duruşu ve açıklamalarıyla da bilinen bir yazar.
Yazar son olarak İsrail- Filistin savaşı boyunca kültür sanat kurumlarının Filistinli sesleri susturan sansür hamlelerini protesto etmek için imzalanan bir mektubun öncülerindendi. Savaşın yanı sıra ülkesindeki politikacıları eleştiren ve sıkı bir kadın hakları savunucusu olan Ernaux’un söylem ve eylemleri yazarın hayatını bilenler ve kitaplarını okuyanlar için sürpriz değil.
Fransız yazar Alexandre Gefen ‘
194o yılında Normandiya’da doğan yazar hayata, edebiyata, siyasete ve feminizme dair soruları yanıtladı.
Yazarların ve siyasetçilerin dil kullanımı farklıdır, çünkü dili farklı amaçlarla kullanırlar. Siyasetçiler ikna etmek, ayartmak isterler, hemen şimdi uzlaşmanın peşindelerdir, cümleleri her zaman eyleme yöneliktir: Söylemek yapmaktır. Siyasetin dili performatiftir, ister vergi indirimi, ister olağanüstü hâl, isterse de “yeni bir dünya” ilan etsin. Yazarın dili ise teşvik edicidir; çözüm kaygısı gütmeden düşünmeye, hissetmeye, hayal etmeye, hatırlamaya çağırır. Ne şimdiki zamana ne de sonuca odaklanmaya boyun eğer.
Yazmak benim gözümde geniş anlamıyla her zaman siyasi bir eylemdir: Dünyanın ve bireylerin resmini çizmek, Roland Barthes’ın söylediği üzere dilini hangi toplumsal çevreye dahil edeceğini seçmektir. Yazdığım metinlere gelirsek, bu metinlerin bir yandan toplumsal düzene diğer yandan da kadınların içinde yaşadığı şartlara -çoğu zaman da her ikisine- dair bir bakış açısı içerdiği, buna yönelik bir itiraz barındırdığı açık. Ancak bu metinler gerçeklik arayışımda ışık tutmam gereken duygulardan, hislerden doğdu. Her zaman ağır basan işte bu gereklilik oldu. Kitaplarımın “mesaj” verdiği, hatta II. Dünya Savaşı sonrası geleneksel anlamıyla “angajman” içinde olduğum sözleri bana oldukça saçma geliyor. Bir kitapta angajman içinde olduğum tek şey benim, benim hayatım.
Ancak yazıya verdiğim önem şimdi ve burada olan bitene ilişkin özel bir sorumluluk hissiyle de yan yana ilerliyor. Okunma, duyulma imkânım varsa o hâlde siyasi tartışmada tavır alma, müdahil olma benim için bir görev gibidir.
Fransız Devrimi sırasında Olympe de Gouges “Kadın idama gitme hakkına sahipse kürsüye çıkma hakkına da sahip olmalıdır” diyerek kadının toplumdaki rolü ve hakları meselesini harika ve trajik biçimde ortaya koyar. 19. yüzyıldan itibaren feminizm yalnızca erkeklerin sahip olduğu ve kamusal yaşamla ilgili haklar talep eder: Oy hakkı, erkekle eşit şekilde eğitim görmek, kadına yasaklı meslekleri icra etmek. Fransa’da kadınların oy kullanması için (1945), eşlerinin onayı olmadan banka hesabı açabilmesi için (1965), Polythechnique okuluna girebilmesi için (1972), agrégation sınavında erkeklerle aynı yazılı sınava girebilmesi için (1980’li yıllar!) kaç yıl, hatta yüz yıl geçmesi gerektiğine baktığımızda görüyoruz ki -her seferinde yasa değişikliği gerektiren- eşit hakların elde edilmesi önemli bir siyasi mesele. 1970’li yıllarda “kişisel olan siyasidir” diyerek özel alanı ve kadın bedeninin özgürlüğünü siyasi bir mesele hâline getiriyorduk.
Bana öyle geliyor ki şu anda feminizm kendi başına bir siyasi güç oluşturmakta; evrenselci, materyalist ve kesişimsel akımlarıyla. Çalışma hayatında, eğitimde, kültürde, siyasi temsilde, kadınlar ve erkekler için yani herkes için farklı bir toplum inşa etme mücadelesi veriyor. Feminizm ve devrim, gerçekten güzel bir program.