Bir Rus muhalifin son ayları: Navalni’nin mektupları ortaya çıktı
Filmlerde heyecanla izlediğimiz hapishane firarları ne kadar gerçekçi? Aslında ne oluyor? Tünel nasıl kazılır, toprak nasıl ‘eritilir’, herkesten nasıl saklanır? Yoldaşlarıyla beraber Türkiye cezaevleri tarihinin en uzun tünellerini kazan İbrahim Aydın anlatıyor.
“Belki bahtiyarlık değildir artık / boynunun borcudur fakat / düşmana inat / bir gün fazla yaşamak.” diye tembihliyor hapse düşersek Nazım Hikmet. Kendisiyle her zamanki gibi hemfikiriz belki ama ya mahpusken daha da ileri bir inadı yeşertebilirsek?
Türkiye madem hepimizin her an hapse tıkılabileceği karanlık bir ülkeye dönüştü, hapiste olsak dahi tünelin sonunda ışığı görmek için yapmamız gerekenler var: Önce bir tünel kazmak!
İşi pirinden öğreneceğiz, 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra hapsedilen ve Devrimci Yol Davası nedeniyle idamla yargılanan İbrahim Aydın’dan. Çünkü İbrahim Abi(m), 84-90 yılları arasında yoldaşlarıyla beraber, dört tünel kazdı. Hiçbiri firar etmeye köprü olamadı belki ama Türkiye’nin en uzun tünellerinin nasıl kazıldığının öyküsü belki bize lazım olur, kim bilir! Hadi ilk ağızdan dinleyelim:
Tünelle ilgili öğrenilecek ilk şey: Bir tünel kazıldıktan sonra o yöntem ölür. Çünkü tünel, ya mahpuslar firar ettikten sonra ya da firardan önce devlet tarafından keşfedilir ve hapishane tutanaklarına, genelgelerine kayıt düşülür. Dolayısıyla her tünel, benzersiz olmalıdır. Ancak ilham almak mümkündür.
Tünelin biçimi, koğuşta nasıl konuşulacağı, görevlendirmeler her cezaevinin kendi koşullarına göre değişir. Ama değişmeyecek en temel şey, tünelden önce, o tünelden çıkacak toprağın nereye koyulacağıdır.
Bizim tünel hadisesi ilk kez 1984’te Erzurum Askeri Cezaevi’nde gündeme geldi. 60-70 kişilik bir koğuştayız ve tam anlamıyla üst üste yatıyoruz. Tutuklu sayısı arttıkça başka siyasetlerden de insanlar koğuşa gelmeye başladı. Bak burası çok önemli: Tünel için daha homojen grupların olduğu koğuşları seçmek ve bu işi gerçekten isteyen insanlarla kazmak gerekir.
Biz de öyle yaptık çünkü bazılarının tahliye umudu vardı, gerçekten ‘suçsuz’ olanlar vardı… Biz de 8-10 kişilik dar bir ekip olarak konuştuk tünel planımızı sadece. Bizim için bir devrimcinin devlet tarafından kapatıldığı ve asla çıkamayacağı düşünülen bir yerden firar etmesi, çok şık bir eylemdi.
Yeraltına inşa edilen, üstten bakıldığında düz bir ovayı andıran bu dehşet mimariden kaçmayı kafaya koymuştuk.
Derken başladık. Çok titiz olmak lazım çünkü tünel yakalanırsa sadece sen yanmazsın, herkesi yakarsın.
Toprak için de aynı anda uygulayacağımız iki yöntem bulduk. Birincisi koğuş sobasıydı. O zamanlar koğuşun ortasında devasa Amerikan sobaları vardı, zamanında orduya verilmiş. Askerler el arabasıyla kömür getirir, biz yaktıkça çıkan külü yine el arabasıyla götürürdü. İşte toprağı o küllerin arasına yedirecektik. Ama o miktar yetmezdi, o yüzden bir filmden etkilenerek karar kıldığımız ikinci yöntemi de uygulayacaktık: Havalandırmaya çıkınca ceplerimize gizlediğimiz toprakları çaktırmadan paçalarımızdan yere saçmak. Kaçış planını biraz daha yaydık, toplam 20 kişi olduk. Böylece daha çok avlu operasyonu yapabilecekti. Gece çalıştığımız ve gizli konuştuğumuz için diğer 50 kişinin haberi olmuyordu.
Zemin tünele uygundu, beton değildi. Devasa kaba taşlar döşeliydi. Onları çıkartıp toprağı kazmaya başladık. O günkü tünel mesaimiz bitince taşları yerine koyuyorduk ve hiçbir şey belli olmuyordu. Önce yerin altına, bina temellerine doğru iki-üç metre gidiyorsun, sonra düz devam ediyorsun, ondan sonra da yüzeye doğru tekrar kazman gerek. Kaşıkla falan bitecek gibi değildi. İnsan boşuna araç yapan bir hayvan değil. Bir şeyi kafasına koyduğunda yaratıyor, yeter ki inansın; ranza demirlerinden bile kürek yaptık o zaman. Hele bizim İlker diye bir arkadaş vardı; piriydi bu işlerin. Tenekeden çiviye kadar her şey ondan temin edilirdi. Yaklaşık sekiz metre gittik yapı temellerinin altından.
Tünelde fiilen altı kişi çalışıyoruz. Erketecimiz, takipçimiz var. Toprak taşıyansa 20 kişi. Dört ay sürdü böyle. Bu, şu demek: özgürlüğe sekiz metre var! Bu hesaplamaları biraz göz kararı yapıyoruz gerçi, avluya çıkınca falan mesafeleri ölçüyoruz ama tutuyor. Kısa mesafe olduğu için tünelin çökme riski de yoktu. O yüzden aslında oradaki tünel benim stajımdı. (Gülüyoruz.)
Neyse biz tam ‘oldu’ heyecanıyla her gece gizli gizli kazarken çok despot bir binbaşı geldi cezaevine müdür olarak. Adam gelir gelmez mahkumların bütün haklarını aldı ve buna karşı bir direniş başladı. Biz de düşündük: “Tamamlayıp çıkalım mı yoksa burada kalıp herkesle beraber direnelim mi?” diye. Çünkü açlık grevi başlamış ve bir yandan açlık grevi yapıp, bir yandan tünel kazamazsın; gücün kalmaz.
Aramızda oylama yaptık. “Bu tünel eylemi bırakılmaz” diyenlerin oyu, “Arkadaşlarımız böyle bırakılmaz” diyenlerden az çıktı. Tünel de kaldı öyle, boşa gitti. Ama benim de içim içimi yedi. Ben çıkma taraftarıydım. Zaten sonra bizi Erzurum’da başka bir cezaevine gönderdiler, orada direnişin başını çektiğimiz gerekçesiyle. Ama bir ay sonra aynı cezaevinde başka bir koğuşa getirip tıktılar.
O tünel de 3 ay sonra bir ihbarla bulundu ama idare, kimin ne zaman kazdığını bulamadı.
Bu tünel işi alışkanlık yapar. Çünkü o toprağa ilk kaşığı vurduğun andan itibaren kendini dışarıda hissedersin, müthiş bir duygudur. E biz de yeni koğuşumuzda düşünmeye başladık tabii, “Şimdi nasıl yapalım?” diye.
Arık havalandırmaya set çektikleri için o avlu taktiğini yapamazdık. Sobaların yanı sıra bu kez rögarlara göz diktik. Devasa rögarlar vardı, “Buradan akıtabiliriz” dedik.
Bu koğuşun da durumu farklıydı. Yönetim, aklı sıra tehlikeli bulduklarını aynı koğuşa koydukları için biz bu kez tüm koğuş olarak çalışmaya başladık. Yaklaşık 45 kişi. Aramızda eski BDP Milletvekili Halil Aksoy da vardı mesela.
Neyse başladık yine. Gittik yine 7-8 metre. Bir yandan da suyla eritiyoruz toprağı, dev rögardan akıtıyoruz. Bir sabah bir baktık, ulan eyvah! Bütün bahçeyi bok basmış! Biz anladık durumu, rögarlar tıkanmış. “Eyvah yakalanacağız” derken askerler geldi. Biz üste çıktık. “Ulan” dedik “Bu ne rezalet! Bok götürüyor burayı. El arabası, kürek getirin de temizleyelim.” Getirdiler. Bizde o boka toprağı karıştıra karıştıra arabalara yükledik. İşin güzel tarafı toprağı yine onlara taşıttık böylece.
Bir yandan korkuyoruz, bir yandan gülüyoruz. O akşam kimse fark etmedi ama biz rögar işinden caydık. E sobalarda yetmiyordu, zaten yaz geliyor, sobaları yakamıyorsun. Yani tünel orada duruyor, sen bir şey yapamıyorsun. O tünel de kaldı öyle. Yani sekiz yılda iki tünel, böyle heba oldu. O sırada benim ceza kesinleşti; idam bozuldu, müebbete çevirdiler.
Sonra bizi dağıttılar. Beni ve birkaç arkadaşı götürdüler Bursa Özel Tip Cezaevi’ne. Şimdiki F Tipi cezaevlerinin atasıdır kendisi. Daha bizi götürürken dediler ki: “Burası özeldir. Hem az kişilik hücreler hem de cezaevinde yerin altında beş metre istinat duvarı var ve üç metre kalınlığında. Kaçmak imkânsızdır.”
Böyle deyince canımız daha çok çekti. Zaten bir siyasi mahkûma firar fikri bir kere düştüyse bünyeyi terk etmez. Üstelik stajımızı da tamamlamışız hani. Bizim Artvin Devrimci Yol Davası’nda yargılanan hemen herkesi oraya götürdüler. Oradaki arkadaşlar da aynı şeyi söyledi: “Tünel imkânsız. Cezaevini gölün üstüne yapmışlar, kazınca su çıkıyor.” Hücreler iki kişilik ama gündüzleri televizyon saatlerinde hücreler açılıyor, geçiş oluyor. Yani gündüz 13.00’ten akşam 24.00’a kadar geçiş var ve biz bunu mesai saati yaptık. Yine 8-10 kişilik dar bir ekip kurduk ve başladık.
Koridorların hemen altından kanalizasyon borularının geçtiğini ve oralarda güzel bir boşluk olduğunu keşfettik. Cezaevinin planlarını ele geçirmemiştik ama tahminlerimiz doğru çıkıyordu. Duvarlar briketten yapılmıştı ve üstü sıvayla örtülmüştü. Duvardan bir yeri ince bir testereyle kestik. Aynen yerine koyduğumuzda hiçbir şey belli olmuyordu. Bunu keşfedince bir hücrenin banyosundan başladık tünele.
Toprağı da o koridorun altındaki boşluklara koymaya başladık. Sonuçta devasa bir alan. Böyle bir fırsat, istesen olamaz yani! Sonra dedik ki: “Direkt toprak boşaltmayalım boruların oradaki boşluğa. Bir arıza olur da girerlerse anlarlar.” Toprakları bezlere doldurup briket gibi dizmeye başladık oraya. Üstünü de sıvadık. Tam duvar gibi görünüyordu. Böyle bir şey olamaz! Cezaevindeki arkadaşlardan sürekli çarşaf topluyoruz tabii bunun için.
Ama bir de istinat duvarı problemi var, 10 metre sonra karşımıza çıkacağını biliyoruz. Tünele havalandırma ve elektrik sistemi de yaptık, düşün yani. Poşetleri, deri montları birbirine dikmiş 404 ile yapıştırmıştık; birileri bu körük icadımızı tünelin başından hava basıyordu, böylece biz aşağıda kazabiliyorduk. (Ki zaten sonra deri montu yasakladılar)
Bir yerlerden kablo elde ettik, walkmenlerin adaptörlerinden küçük ampuller yaptık, bir yandan da yönetime “Ampul patladı” deyip yeni ampul alıyoruz. Yani tünelimiz, havadar ve ışıklı olmuştu.
Derken o meşhur duvara geldik. Delmek imkânsız olduğu için altına indik ama bu kez zeminden su çıktı. Tüneli su bastı, nem arttı. Duvarlar çökmeye başlayınca dolap, bank, ranza, portakal kasası parçalarından destekler yapmaya başladık. Yoksa çöktü çökecek! Bir de hapishanenin üst toprağını belli mesafede kumdan yapmışlar ki habire akıyor!
Tesadüfen bu duvarın hemen yanından cezaevinin ana rögarı geçiyor. Cezaevi, Reno fabrikasına komşu olduğu için bizim rögar, bir yerde fabrikanın rögarına bağlanıyordu. Günün belli saatlerinde de belediye, rögardaki su bulanık mı diye denetliyor; “Tünel var mı” diye. Biz de bunlara dikkat ederek tünelden çıkan suyu, o rögara akıtmaya başladık. Ama bu kez de rögardan bir metan gazı çıkıyor ki!..
Ben o kadar insanın gücünü emen bir gaz görmedim. (Biber gazı dahil) Düşün bizi o kadar bitiriyordu ki arkadaşlar, biz tünel kazanları özel besliyordu. Neyse en son nefesimizi tutup suya dalarak kazmaya başladık dalgıç gibi. Duvarı aşıp geri yukarı çıktık. Üç ayımızı aldı. Bir gün hiç unutmuyorum; iki arkadaş tüneldeyiz, kazıyoruz ve metan gazı bizi bitirmişken birden hava da kesildi, elektrik de. Yukarıdan kapattılar tünel kapağını. Anladık ki arama başlamış cezaevinde. Sürüne sürüne tünelin ağzına kadar gittim. Ölmek üzereyim. Bayılsam yaşayamam. Ama o anda insan “Ben ölsem bile bu tünel patlamamalı” diye düşünüyor. Bağırmıyorum, duvarlara vurmuyorum. Öyle duruyorum. Diğer arkadaş ne yaptı bilmiyorum. Allah’tan arama bitti de açtılar kapağı bizimkiler. Biraz daha sürse ölecektim.
Ama en büyük sevincimiz istinat duvarını aşmak olmuştu çünkü düşün; duvarın altından üç metre yüzerek geçiyorsun. Oligarşinin en büyük duvarını geçmiştik yani. (Gülüyor)
Neyse 15 metreye geldik ama dört ay sürdü. Ama mühendislik harikasıydı gerçekten. Daha 100 metre daha kazmamız gerekiyordu ama en zor kısmı olan o 15 metre bitmişti ya, gerisi kolaydı. Çünkü toprak daha sertti ve biz artık daha üstten kazabiliyorduk. Suyun içinden de boru geçirdiğimiz için havalandırma derdimiz de yoktu. Öyle öyle 100 metre daha gittik ve tüneli bitirdik. Ama çıkmadık. Çünkü bak burası çok önemli, racon bu: Kazdığın tünelden sadece sen çıkmayacaksın. İhtiyacı olan (idam almış) ve güvendiğin arkadaşları da alacaksın.
Biz zaten 17 kişiyiz, cezaevinde bir tane DEV– SOL’cu, 2 tane PKK’li, iki tane TİKKO’lu var çıkması gereken. Onları da alalım dedik. Ve belki de orada hata yaptık. Tünel salı günü bitti, çıkış gününü cuma günü yaptık. Çünkü cuma günleri televizyon saati gece 2’ye kadar uzuyordu ve biz o iki saatten yararlanmak istedik.
Haber yolladık bu arkadaşlara ki arkadaşları tünel noktasından onları alsın, hazırlansınlar diye. Perşembe günü Hürriyet Gazetesi’nde manşet: “Bursa Cezaevi’nde tünel var!”
O gün gazeteler geldi, okuduk, şok olduk! Dediler ki tünel araması var. Ya aslında insan ilk yakalandığındaki duyguları o an tekrar yaşıyor biliyor musun? Öyle bir karamsarlık çöküyor ki…
Birden bütün hücrelere özel jandarma komandolar girdi. Arıyorlar ama bulamıyorlar bir türlü. Derken bir teğmen dedi ki: “Bu koridorun altını kırın ben oraya gireceğim.” Toprağı koyduğumuz yeri bulmaya çalışıyor herif. Ama bakıyor bizim bezden briketlere duvar. Yürüyor biraz o boşlukta, derken ayağı kayıyor ve duvara tutunuyor. Ulan öbür tarafa tutunsa bir şey olmayacak ama bizim briketlere tutunduğu için eli içeri giriyor. Diyorlar ki “Toprağı bulduk, tünel nerede?”
Hapishane müdürü söz verdi. Bir yandan da soruyor: “Ben bu işe bu kadar kendimi vermişim ama benim aklıma hiç bu gelmezdi. Siz nasıl düşündünüz?” Ben de dedim ki, “Senin mesain olsa olsa 12 saat olsun. İşte sen o kadar düşünürsün ama biz 24 saat buradayız.” Durdu, “Haklısın” dedi. Neyse buldular bizim kapağı. Ama dışarıdan özel mühendisler de getirdiler bu tünel her anlamda nasıl yapıldı anlaşılsın diye. Çünkü en iddialı hapishane. Mühendisler rapor çıkarmış o zaman – sonradan öğrendik- “Bu bir mühendislik harikası” diye. Ben demiyorum yani mühendisler diyor. (Gülüyoruz)
Neyse bu iş de bitti öyle. Bitti ama bitince gerçeklere dönüyorsun. Volta atmaya başlıyorsun, lanet olsun, tünelcilik tekrar vuruyor kafaya. Diyorsun ki “Ulan bir gol atmam lazım bunlara!”
Bizi bu kez yine başka koğuşa aldılar. Daha yüksek ve idareye daha yakın bir yere. Dışarı çıkış artık daha uzun bir mesafe, yani felaket bir durum bu. Zaten artık toprağı rögarda da eritmek mümkün değil. Sonra bir yer keşfettik. Koridorda blokları birbirine bağlayan merdivenler var, herifler o merdiven altlarını kapatmışlar ama içinin boş olduğunu biliyoruz. Aydın Cezaevi’nde bir tünel yakaladıkları için de bu kez tüm merdiven altlarını demir parmaklıklarla örtmüşler. Bizim için biçilmiş kaftan.
Çünkü mevzu toprağı onların en son bakacağı yere koymak. O alan zaten gündüz bize açık. Biz bu kez yine başladık, ince işçilikle kestik o demirleri ama öyle bir kestik ki yerine koyunca hiçbir şey görünmüyor yine. Duvarı da kestik. E artık toprak depomuza kavuştuk. Bu kez tünelde de bir fark yaratalım dedik, adamlar madem zemine bakıyor, biz bu kez tünele bir duvardan başlayalım dedik. Banyonun duvarındaki seramikleri bir adam sığacak büyüklükte ve tam yerlerinden kestik, kestiğimiz parçayı da tünele kapak yaptık.
Duvardan başladık aşağıya inmeye, e tabi artık felaket ustayız. Hızlı gidiyoruz ama baktık merdiven altı doluyor, bu kez karşı bloğun merdiven altını da doldurmaya başladık. Yine istinat duvarına kadar geldik.
Ben gittim duvarın dibine yattım kış gününde. Su altta, tünel inanılmaz soğuk. Alta ineceğim ama üşeniyorum. Daha önceden de biliyorum ki su çıkacak, bizi perişan edecek. Düşünürken bir yandan da elimdekini duvara sürtüyorum. Bir baktım ki duvar dökülüyor, o korktuğumuz 3 metrelik duvar, peynirmiş meğer! Sağ olsun müteahhit orada malzemeden çalmış, geçmiş gitmiş. Yukarı çıktım, müjdeyi verdim. Ama ne kutlama! Böylece 3 aydan yırttık, hızlanalım derken 20 metre sonra bir duvarla daha karşılaştık.
Öğrendik ki orada deprem için yapılan su deposu varmış. Bu ne demek? Depo boşsa müthiş bir şans ama doluysa felaket! Baktık duvar ne yapsak delinmiyor, paraya kıydık bir matkap temin ettik, düşün. Deldik bir baktık devasa bir boşluk. Yani bir tünelcinin arayıp da bulamayacağı bir hazine. Toprağı da oraya koyduk üstelik, istersen 1 km git! Daha bir coşkuyla kazıyoruz artık derken yeni bir savcı geldi. Aydın’da merdiven altlarındaki tünel toprağını yakalayan adam hem de!
Biz gelmişiz 150 metre, çıksak çıkarız ama daha güvenli olsun diye biraz daha kazıyoruz. Ama bir yandan da af tartışmaları sürüyor. Biz hala tartışıyoruz. Yasa çıkmak da üzere. Mahkeme toplanmış tartışıyor. Bu sefer kaçsak ve af çıksa, kaçmakla da yargılanacağız. (Yine de yargılandık gerçi, o ayrı bir şey.) Yani tüm süreçler üst üste bindi.
Dedik ki “Biz bunun ilk beş metresini kapatalım, en azından depo yakalanmasın. ‘Tünelin daha başındaymış’ bunlar desinler. Yakalanmasa da bizden sonrakilere lazım olur.”
O savcı geldi. Direkt gözü merdiven altında, “Nedir lan bu parmaklılar” dedi. “Efendim mahkumlar gelip buraya toprak koymasınlar diye kapattık” dediler. Adam başladı “Geri zekalılar, yol gösteriyorsunuz” diye bağırmaya. “Demirleri kaldırın oradan, duvarı da yıkın” dedi.
Savcı geldi bize “Tünel nerede” diyor. Dedik “Tünel münel yok.” Adam “Yahu toprağı bulduk, söyleyin” diyor. Arıyorlar ama bulamıyorlar çünkü tünel duvarda!
Anlaşma yaptık “Buradaki hiçbir arkadaşa dokunulmayacak” diye, protokol imzaladık; öyle söyledik tünelin yerini. Baktılar, “Aaa güzelmiş” dediler. “Yeni başlamıştık, daha bir şey yapamadık” dedik.
Bu arada af çıktı, af! Ya o kadar içimize oturdu ki bir yandan; düşün bizim İlker “Ben afla çıkmam, tünelle çıkacağım. Boşuna mı uğraştık” diye tutturdu. Zor ikna ettik.
Sonra işte Radikal’e manşet olduk. “Kazdı, kazdı afla çıktı” diye.
Haa daha bitmedi! Çıktıktan üç yıl sonra da gazetede başka bir haber gördüm: Bizim Bursa’daki tünel çökmüş. Hapishane duvarının önündeki araç yolu göçmüş. Nasıl olur diye bakmışlar ki tünel var. Yani düşün, 3 yıl dayanmış o tünel! Bazen keşke o tünelden çıksaymışız diyorum. Çıksaydık devletin en güvenli hapishanesini batırmış olacaktık. Gerçi çıkmasak da o tünelle bunu yaptık.
Yani hayatımın dönüm noktalarından birisi o son 1 metre oldu.
Yani yol göstermek gibi olmasın ama şimdiki F Tipleri falan tabi zor ama bu işte hakikat şudur: Mutlaka bir yolu vardır. Yeter ki sen bunu yapmayı kafaya koy, yapmak iste. Mutlaka bir yolu vardır.