94 yaşında ölen Milan Kundera 20. yüzyılın önemli edebiyatçılarındandı. Ama Philip Roth, Saul Bellow ve Norman Mailer gibi erkek merkezli yazarlardandı. Hatta bunun için feministler tarafından da daha yaşarken eleştiriliyordu.
İnsanın ‘benim yazarım’ dediği yazarlar vardır. Önemli bir yazardı, ama Milan Kundera benim için böyle bir yazar değildi. Kundera’ya pek ısınamama nedenim, okuduğum romanlarında kadınları ele alış biçimi.
İlk basımı 1984 yılında gerçekleşen ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden o yıllarda haberdar olmamak imkansız gibiydi. Herkes bu kitaptan, daha sonra da filminden konuşurdu. Birkaç yıl sonra Kadife Devrim oldu, Berlin Duvarı yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı. Neoliberalizm fırtınası koptu, pazarlar serbestleşti. Dünya çapında hızla ün kazanan bu roman, belki de tüm bu değişimleri sezen, bu değişimlerin hayata getireceği yükleri öngören bir zihnin ürünüydü.
‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’, 1968 Prag Baharı ile 1980 yılları arasında geçer. Varoluşun içerdiği belirsizlikleri ve insanın yaşamında ağırlıkla hafiflik arasında yaşadığı gelgitleri ele alır. Hafiflikler, canının istediğiyle beraber olmak, yüreğinin götürdüğü yere gitmek ise, ağırlıklar ideallere, kurumlara bağlılıktır. Özünde ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ bir ‘fikir’ romanıdır. İrlandalı yazar John Banville’in The Guardian’da 2004’te kaleme aldığı bir yazısında altını çizdiği gibi, karakterler pek de geliştirilmemiştir, olayların akışı esasında temposuzdur, yaşanmışlık hissi eksiktir. Kundera kendi de romanlarının psikolojik olmadığını teslim eder.
Kundera’ya pek ısınamama nedenim- ki topu topu üç eserini okudum- okuduğum romanlarında kadınları ele alış biçimidir. Kadınlar neredeyse hep erotik varlıklardır ve romanlarında hep bir “erkek bakışı” egemendir. ‘Misogynies’ isimli kitabında Joan Smith, “Kundera’nın kadınlarla ilgili yazılarında ortak faktör saldırganlıktır” der. 2015 yılında yine The Guardian gazetesinde Kundera’nın tüm külliyatını gözeterek yaptığı bir değerlendirmede Jonathan Coe “kadın düşmanı değil de, androsentrik” diyor Kundera için.
Androsentrik (erkek merkezli) deyince aklıma Philip Roth’un, Saul Bellow’un ve Norman Mailer’ın gelmesi kaçınılmaz. Bu yazarlar benim için aynı kategoride: Kendiyle aşırı meşgul erkek yazar. Feminist eleştirmen Vivian Gornick, ise daha suçlayıcı: 1976’da bu üçlüyü hedef alarak ‘Bu Adamlar Neden Kadınlardan Nefret Ediyor?’ başlıklı efsanevi bir makale kaleme almış. Bu makale Nobel komitesini pek etkilememiş olacak ki, Saul Bellow aynı sene edebiyatta Nobel aldı. Philip Roth ve Norman Mailer’ın Pulitzer dahil pek çok ödülleri var. Androsentriklikten kadın düşmanlığına giden spektrumda bir yerde duran yazarlar bir zamanlar yüceltilebiliyordu. Bereket ki bir şeyler değişti.
Zeitgeist, bir çağın duygu ve düşünce biçimi anlamına gelen Almanca bir kelime. Zeitgeist bazı romanların ve romancıların sıyrılmasında büyük rol oynar. Kundera’nın bu denli parlamasında Zeitgeist’ın da etkisi olmalı. Zeitgeist, bazen de yücelttiğimiz yazarları tahtlarından indirtir. Roth kadın düşmanı mı diye anket düzenlemiş Vulture dergisi mesela. İptal kültüründe bu tip yazarların ‘dayak yemesi’ kaçınılmaz. Her şeye rağmen Phillip Roth benim beğendiğim bir yazardır. ‘Pastoral Amerika’, Amerika’ya yöneltilmiş önemli ve derin bir eleştiridir.
İçinde bulunduğumuz dönemde hangi yazarlar ön plana çıkıyor, dönemin içindeyken tespit etmek kolay değil; bu daha çok eleştirmenlerin, akademisyenlerin işi. Ama “benim yazarlarım kim” diye düşünebiliriz, bunun için kimseye ihtiyacımız yok ve bu soruyu sormaya ihtiyacımız var.
Çünkü doğrusu dünyada işler sarpa sardı. Berlin Duvarı çökünce esen özgürlükçü rüzgarlar, kopan neoliberalizm fırtınası, ortak insan ideallerini adeta süpürdü gitti. Herkesin kendini kurtarmayı ön plana aldığı, dayanışmanın, hoşgörünün gerilediği, kutuplaşmanın arttığı, devlet insanlarında olmasını beklediğimiz vakarı göremediğimiz, her tür kuruma inancımızı yitirdiğimiz bir dünya düzeni içindeyiz. Ben dayanma gücümü ve ilhamımı hala en çok yazarlarda buluyorum.
Benim yazarlarım uzayıp giden bir liste: Barbara Kingsolver ve Sally Rooney mesela. Kapsayıcı, büyük fikirleri ele almak için romanı kullanmayan, romanın imkanları içinde, özenle geliştirilmiş kahramanlarla bu fikirleri hikaye eden yazarlar bunlar. İklim kriziyle, gelir dağılımındaki eşitsizliklerle, tacizle uğraştıkları gibi, ebeveyn olmayı, sevgili olmayı, evlat olmayı, yani tüm bu zorlukların içindeki bireyi ele alabilen yazarlar. Ben de tam bununla ilgiliyim. Kişisel politiktir ve hepimizin her günü politik bir cümledir diye düşünüyorum. ‘Sen de amma kadın yazarcısın’ demeyin diye, size bir de Julian Barnes demek istiyorum. Ah Julian Barnes. Hiç de androsentrik olmayan bir erkek yazar. Fikir romanı ise buyrun ‘Flaubert’in Papağanı’. Bu eşsiz eserde, sıradan bir insanın hayatı, ünlü bir yazarın hayatı, bir roman karakterinin hayatı, gerçek, kurgu hepsi iç içe geçer. Her hayat biraz kurgu, her kurgu biraz hayat ve var olmanın dayanılmaz bir ağırlığı var Bay Kundera. İyi ki de var.
Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
John Banville
Joan Smith, Misogynies
Joathan Coe
Philip Roth, Pastoral Amerika
Saul Bellow
Norman Mailer
Vivian Gornick
Barbara Kingsolver
Louise Erdrich
Sally Rooney
Julian Barnes, Flaubert’in Papağanı
10 Kasım 2024 - Her şeyin sorumlusu: Çocuksuz kedi kadınlar!
27 Ekim 2024 - Intermezzo: Sally Rooney yine mest ediyor
20 Ekim 2024 - Kimse kendini kandırmasın, Victoria’s Secret’ta değişen bir şey yok
13 Ekim 2024 - Baskı, şiddet, yaş ayrımcılığı: Filmekimi karanlık köşeleri aydınlattı
29 Eylül 2024 - Dünya BANI, her şey fani: Harari’nin son kitabı Nexus’un düşündürdükleri