Profesör Kabus ve yandaşları denetim öncesi delilleri yok etmiş
Gazeteci-yazar Timur Soykan, bu kez roman karakterleriyle hakikatin peşinde. Kırmızı Kedi etiketli 'İblis'i Öldür' okuru, delifişek iki komiserin, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hakikati arama yolculuklarına ortak ediyor. Soykan "Türkiye'deki politik iklim, polisiye için çok elverişli" diyor.
Yaptığı haberler ve yazdığı araştırma inceleme kitaplarıyla, bizi gölgeler arasında kalan gerçekle yüzleştiren gazeteci Timur Soykan, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan romanı ‘İblis’i Öldür’de bu kez de hakikatin peşinden giderken kendilerini bir kabusun içinde bulan iki komiserin hikayesini anlatıyor. Kahramanları tarikat-ticaret-siyaset ağının neredeyse tüm birimlerine yayıldığı emniyet teşkilatında, biri emekliliğine gün sayan, diğeri sistemle sorunlu ve delifişek iki komiser. Onlarla birlikte kurmaca dünyada 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaşananlara şahit oluyoruz
Soykan’ın yazarlığı biraz da memleket şartları nedeniyle gazetecilik kimliğinin gölgesinde kalsa da karşımızda yine sıkı bir roman var. ‘Zavallı’ ve ‘Liste’ romanlarından bildiğimiz politik polisiye olan hakimiyeti ‘İblis’i Öldür’de karşımıza çıkıyor. Romanda Soykan Türkiye gündemine ilişkin detaylarla dolu bir atmosfer kuruyor.
Zaten ona göre Türkiye’deki politik iklim, polisiye için çok elverişli. Politik mesaj verme kaygısı var mı yoksa bir yazar olarak üslubuna ve kurmacaya mı öncelik verdiğini sorduğumuzda “Önceliğim polisiye roman olmasıydı. Politika hayatın ta kendisi zaten. Politik duruş, politik iklim… Özellikle bir polis soruşturması söz konusu o politik iklimi anlatmadan aktarırsanız büyük bir eksiklik olur kitap için” diye yanıt veriyor.
‘Zavallı’ ve ‘Liste’ romanlarında olduğu gibi bu romanda da ağırlıklı olarak ülkenin bir dönemine eğiliyor Soykan. Bu kez Türkiye’nin 2015-2016 yıllarındaki siyasi atmosferindeyiz. Soykan romanın çerçevesini, ağırlıklı olarak ülkenin bir dönemini anlatarak; siyasetin ve iktidarların hakikati gölgeleme kudretine bir isyanı dile getirmek hem de gerçeğin kıymetini ortaya koyabilmek olduğunu dile getiriyor.
‘İblis’i Öldür’de, iki polis Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yaşanan olaylar bütünü inceliyor. Hem cinayet hem de olaylar zinciri konusunda gerçeğin peşinde koşmalarını ele alıyor. Belirli rehin alma olaylarında infazlar olduğunu düşünüyorlar, bu yönde bilgiler ortaya çıkıyor ve neden olabileceğinin peşine düşüyorlar. Hakikat arayışı bir yandan da onlar için bir kabusa dönüşüyor. Soykan, kitabın esas soruları “Gerçek için ne kadar ileri gidersiniz, o gerçeğe ulaşmak, onu kabustan çıkarmak ve suçluların cezasını çekmesi için hayatınızda neleri göze alabilirsiniz?” diyor.
Bu kitapta bir kahraman yok. Anti kahramanlar var… Ancak Soykan yan karakterlerin de polisiyeye katkı sunduğunu, bunun da romana dinamizm kattığına inanıyor. Amacının ise her polisiyede olduğu gibi merak uyandırmak ve okurun bu merakını şüpheci bir sonla taçlandırıp okura keyif vermek olduğunu söylüyor.
10Haber, ‘İblis’i Öldür’den tadımlık bir bölüm sunuyor.
PSİKOPAT, KARISI VE BEBEĞİ
Birkaç gün önce bir adamın ağzını burnunu kırıp sandalyeye bağlayacağımı söylesen güler geçerdim.
Hele bir de şerefsizin gözlerinin içine bakarak kafasına kurşunu sıkacağımı düşün. Üstelik devletin silahını 40 yıl belimde taşımış ve tek sefer bile bir insana ateş etmeden emeklilik zamanım gelmişken.
Hiç kimseyi de böyle nefretle dövmemiştim. Şimdi ellerimde şerefsizin kanı ve kemiklerinin açtığı yaralar var.
Bu izbe yerde, pislik içindeki aynadaki yansımam katil olamayacak kadar yaşlı. Derisiyle birlikte gözlerimin üzerine dökülmüş gibi duran gür kaşlarım ne ara bu kadar uzadı. Çenemin iki yanın dan sarkıyor yanaklarım. Yeni ortaya çıkan kırışıklıkları saymayı ise yıllar önce bıraktım. Gençken burnum, kulaklarım bu kadar büyük değildi. Yakışıklı bile sayılırdım. O zamanlar bıyıklarım da kömür karası ve gürdü. Bu gri, beyaz dalgalar son üç yılda peydahlandı üzerine.
Allah’a şükür pehlivan dededen, babadan yadigâr kalıbımda gram bükülme olmadı. Yüzüm dalından düşmüş elma gibi çürürken geniş omuzlarım ve iri gövdem ağaç kadar güçlü kaldı. Zaten bu pislik herifi bu sayede tek yumrukta devirdim. Nereden baksan benden 2025 yaş gençtir. Gerçi yüzünde gençliğinden pek eser bırakmadım ama en fazla 3035 yaşındadır.
Çelimsiz de bir tip. İyice patakladıktan sonra ensesinden tek elimle tuttuğum gibi soktum arabaya. Bu gecekondunun bodrumuna da tek elimle sürükledim. Eski, ahşap sandalyeye koli bandıyla sardığım ayak bilekleri bir kız çocuğununki kadar ince. Birbirine bağladığım el bilekleri de kürdan kadar zayıf. İki tane daha çaktıktan sonra bülbül gibi ötmeye başladı şerefsiz “Fare.”
Burnundan akan sümüklü kanlar, salyalarına karışıp dizlerinin üzerine kadar sarkıyor. Aslında ağzını da bantlamayı düşünmüştüm ama ölür diye tereddüt ettim. Nasıl olsa ayılması bir hayli zaman alacak. O zaman canına okumaya devam edeceğim.
Sakın acımasız olduğumu düşünme. Bunu yapmak zorundayım. İkiz torunlarım Muhammed ile adaşım Yusuf, İblis’in elinde. Hayatları benim yapacaklarıma bağlı.
Kapının önünde polis postallarının gürültüsü artıyor. Bu buz gibi soğuk, karanlık bodrumdan nefret ediyorum. Eşyaları; kir kaplı lavabo, leş gibi bir ayna, paslanmış demir karyola, nemden çürümüş bir yatak, sandalye ve bizim evden getirdiğim el radyosundan ibaret bu yerde her şey bitecek. Nasıl olacağını ben de bilmiyorum ama eminim burada sona erecek. Sana her şeyi anlattığımda kan içinde, inleyerek nefes alan bu adamın ölümü hak ettiğini göreceksin.
Balıkesirliyim, 63 yaşındayım. Adım Yusuf, soyadım Demir. Rahmetli dedemin adını vermişler. Toprağı bol olsun, çok yiğit, mert adammış. Nalbantmış ama pehlivanlıkta namı yürümüş. “Yörük Yusuf” derlermiş. Türkiye’de güreşmediği yer yok. Allah affetsin çok rakı içermiş, ağzından tütün düşmezmiş. Benim yaşıma varmadan rahmetli olmuş. Babam ise beş yıl önce sizlere ömür. Yatağa düşene kadar, dedemden yadigâr dükkânı işletti. Ben ilkokuldayken babamın işleri iyiydi, “Büyük oğlum polis olacak” diye tutturmuş. Sınava girdik, kazandık. Gözümü polis mektebinde açtım desem yalan değil. Devlet çocuğu olarak büyüdük. Dükkânı birader işletti. İki de kız kardeşim var. Toprağı bol, mekânı cennet olsun anacığım babamdan bir yıl sonra rahmetli oldu.
En baştan başlayayım.
Komiser yardımcısı çıktığımda ülkede anarşi kol geziyordu. Dedemin tanıdığı, bizim oralı bir bakanımız sağ olsun; memlekette masa başında beş yıl çalıştım. Dini bütün Necmiye Hanım ile dünya evine girdik. Tek oğlumuz oldu, gerisine Allah izin vermedi.
Uzatmayayım… Hakkâri’de de görev yaptık, İstanbul’da da. Dokuz yıl emniyet müdür vekilliği, üç yıl Kastamonu’da emniyet müdürlüğü yaptım. Derken bu “Paralel”, “Cemaat” mevzuları patlak verdi. Tabii hepsiyle tanışız. “Vallahi de billahi de onlardan değilim” dedim ama baktılar Cemaat’in çok hayrını görmüşüz… –Sanki teşkilatta onların hayrını görmeyen var– Arkası sağlam olanların hepsi koltuğunda kaldı. Bizi bir günde aktif görevden kızağa çektiler.
2015’te geldim İstanbul’a. Bir yıldır buradayım. Rütbem Polis Başmüfettişi. Bir masam, bilgisayarım bile olmadan öyle emeklilik için gün sayıyordum. Çok şükür maaşımız yatıyor, çocuğu evlendirmişiz. İkiz torunlar da Allah uzun ömür versin bu yıl dört yaşına bastı.
63 yıllık hayatın özeti işte bu kadar. İçinde bin tane hikâye var ama çoğunu şimdi ben bile hatırlamıyorum. Bu kadar kısa anla tınca da içime bir sıkıntı çöküyor. Sanki boşuna yaşamışız koca ömrü, hatırlamıyoruz bile. Ama hiç unutulmayacak ölüm kalım savaşı için bu yaşa kadar beklemek varmış kaderde.