Lûgat 365 bu kez ‘güzel’ tabirlerin peşinde
Hikmet Hükümenoğlu bu kez bir polisiye yazmak için oturdu masa başına. Sonunda da yazarken en eğlendiği roman 'Sonra Gözler Görür' çıktı. Can Yayınları tarafından yayımlan romanın merkezinde bir cinayet ve etrafında gelişen ilişki ağları var.
Hükümenoğlu'yla polisiye sevdasını, romanı yazma sürecini ve Türkiye'deki siyasi atmosferin edebiyata etkisini konuştuk.
Hikmet Hükümenoğlu, Türkiye tarihinin farklı dönemlerini anlattığı ‘Körburun’, ‘Atmaca’ ve ‘Harika Hayat’ın ardından bu kez günümüzde. Üstelik bir polisiyeyle! Romanlarında gizeme ve polisiye damara daima yer veren Hükümenoğlu bu kez tam anlamıyla bir polisiye romanla, ‘Sonra Gözler Görür’le okurun karşısında. Can Yayınları tarafından yayımlanan romanın merkezinde bir cinayet ve etrafında gelişen ilişki ağları var.
Hükümenoğlu’nın alametifarikası olduğu üzere yine bir hayali kentteyiz, Yenikent’te. Hayatını kökten değiştirmek için İstanbul’u bırakıp çocukluğunun geçtiği bu kente dönen acar gazeteci Ezgi Sezgin’le tanışıyoruz. Tabii dahası da var. Ezgi’nin çocukluk arkadaşları Mert, Orhan, Mercan, Cüneyt ve Ezgi’nin oğlu Batu’nun ilişkilerini öğreniyoruz. Ancak olayların göbeğinde bir cinayet var! Herkesin birbirini tanıdığı bu küçük kentte tam da yerel seçim sürecinde, siyasi ilişkilerin de işin içinde olduğu bir kadın cinayeti.
Yeni yaşamına adapte olmaya çalışan Ezgi’nin yeni iş yerine uyum sağlaması, cinayet şüphelilerin bir şekilde geçmişteki ilişkileriyle bağlanması ve Hükümenoğlu’nun akıcı üslubu derken hacmen büyük olan bu roman sular seller gibi akıyor. İktidar ile güç arasındaki ilişkiyi de görüyoruz, bir gazetecinin medya patronlarına rağmen haberin peşinden koşmasını da… Hükümenoğlu her ne kadar kendi evrenini yaratmış olsa da okurken fark ediyoruz ki Yenikent, Türkiye’de bir şehir olacak kadar gerçek.
Aklımda Ezgi Sezgin’in bir gazeteci olarak yaşadıkları, “son 100 sayfanın Hollywood filmlerini aratmayan aksiyonunun etkisiyle acaba bir dizi olsa Ezgi Sezgin kim olurdu” sorusuyla Can Yayınları’nın Maslak’taki ofisinde Hikmet Hükümenoğlu’nu bekliyorum. Çok değil, beş dakika gecikmeyle geliyor -özrünü de dileyerek- ve bir anda ortamın neşesi değişiyor. Gündeme rağmen her zamanki gibi enerjik Hükümenoğlu. Bilenler bilir aynı zamanda hoşsohbet de. Dolayısıyla laf lafı açtı, röportaj bir süre sonra aklıma gelen her şeyi sorabildiğim, Hükümenoğlu’nun da yeni konular açtığı bir sohbete dönüştü. Hükümenoğlu’nun “yazarken en eğlendiğim roman oldu” dediği ‘Sonra Gözler Görür’le başladığımız sohbet ülke gündemine, yazarın polisiye sevdasına, yazma sürecine, Türkiye’deki siyasi atmosferin edebiyata etkisine ve konuyu bir şekilde dönüp dolaşıp getirdiği yaşlanmaya da geldi.
– Romanınızın kahramanı hayatını yeniden kurmaya çalışan bir gazeteci, Ezgi Sezgin. Basın sektöründe başarılı bir kadın olmanın bedelini epey ödüyor. ‘Atmaca’da da bir dergi ortamı vardı. Bu mesleği ve alanı seviyorsunuz galiba…
-Hiç alakam yok gazetecilikle. Çevremden duyduklarım, gördüklerim ve biraz da Amerikan yapımı 70’ler 80’lerde geçen hikayeler ve gazete ortamlarını izlemeyi hep çok sevdim. Ezgi’yi okurlar da sevdi. Ben de çok severek yazdım. Özellikle de gazeteci olmasını çok istedim. Eski gazetecilik… Hep böyle deriz ya. Çocukluğumda gördüğüm, üniversite yıllarımda son iyi örneklerini gördüğüm bir meslek. Çok romantik ve nostaljik geliyor şimdi. Günümüzde gazeteciliğe dair bir şey kalmayınca, o eski gazetecilik özlemle anılıyorken böyle bir ortamda geçen bir hikaye yazmak bana da iyi geldi.
-Kritik olaylarda Ezgi kilit bir rol oynuyor. Kadın bir kahramanın gözünden yazmayı neden seçtiniz?
-Bu devirde hem Türkiye’de hem de dünyada klasik polisiye dediğimiz zaman bir kurban ve cinayeti çözen insan var. Genelde kurban hep kadındır, cinayete çözen kahraman da erkektir. O kalıplara bağlı kalmak artık günümüzde yapılacak bir şey değil. Ayrıca Türkiye’de bu kadar kadın cinayeti işlenirken bu kadar kadına yönelik şiddet varken bir kadını kurban yapıp erkeği cinayeti çözen kahraman yapmak yazmak isteyeceğim bir şey değil. Kahramanımı kadın yapmak bana cazip gelen bir şey.
İkincisi maalesef Türkiye’deki adalet sistemi, emniyet güçleri hatta bürokrasisi o kadar erkek egemen ve lümpen bir ortam ki… Orada dil, tavır, kadınlara bakış açısı, erkek egemen bir dünya. Türkiye polisiyesi dendiğinde aklımıza gelen şey ‘Behzat Ç’, ‘Arka Sokaklar… Bunu onlar kötülemek için söylemiyorum. Erkek muhabeti, ona uygun bir dil. Ama o sistemin dışına çıkmak, gerçekten kopmadan biraz da kendi romantizmi ekleyerek böyle bir sistem yarattım. Bu kez kadın kahraman, yardımcı rol erkek.
-Ezgi Türkiye’de yaşayan bir gazeteci olsa akıbeti ne olurdu diye düşünmeden edemedim…
-Kesinlikle tutuklanırdı!
-Ve romanınız Türkiye’de olan olaylardan bağımsız değil. Bir seçim süreci atmosferi, kadın cinayeti, örtbas etmeye çalışanlar, özgürce yazamayan bir medya…
– İskandinav polisiyelerini çok seviyorum. Orada ulusaldan ziyade daha yerli olaylar ele alınır. Küçük bir kasabada ya da kentte yaşanan ama tüm bölgeyi etkileyen olaylar… Şehrin dokusuna işlemiş bir politik skandal işin işine girer, cinayet çözülürken bir şekilde bu politik yapının insanlara etkisini görürüz. Ben de romanımda bunu yapmak istedim. Zaten Türkiye’de günümüzde geçen bir romanda politik olmayan bir şey yazmak imkansız. Yaşadığımız her şeyin ucu bir şekilde siyasete geliyor. Zaten cinayet dediğiniz zaman bunun altından yine siyaset çıkıyor. O klişe laf tam anlamıyla hayatımızın ana damarı, “Her şey politiktir.” Bunu çok sık söylüyoruz anlamını kaybediyor mu bilmiyorum ama öyle. Türkiye’de politik olmayan bir şey yazmak mümkün değil. Aksi halde fantastik ya da masal tadında bir şey olur. Ama şunu da söyleyeyim, oturup Türkiye’nin sinir uçlarına dokunayım diye bir plan yapmadım. Seçim döneminde yazıyordum, sabah akşam gündem buydu. İnsanın kafasının bir ucuna yerleşiyor. Bir şekilde sızdı hikayeye.
-Her yazar ya da sanatçı aynı şekilde düşünmüyor ama. Bazı isimler gündeme dair söyleyecek bir şeyleri olmaması, ses çıkarmadıkları nedeniyle eleştiriliyor…
-Bu konuda bir ikilemdeyim. O ihtiyacı çok iyi anlıyorum. Fakat sosyal medyada bir şey yazmanın ötesine gidemiyoruz, sokağa çıkmaya korkuyoruz, verdiğimiz oyun karşılığını alamıyoruz, muhalefet tepkilerimizi istediğimiz şekilde dile getiremiyor diye şikayet ediyoruz. Dolayısıyla elimizde bir tek sosyal medya kalıyor. En sonunda da çok takipçili bir yazarın ya da oyuncunun bizimle aynı şeyleri hissettiğini görmek ya da ses vermesi bize yalnız değiliz diye düşündürüyor. Belki içimiz soğuyor biraz da… Ben “Hep beraber konuştuk ve bir şeyler değiştirdik” kısmına da inanmıyorum açıkçası. Aslında biz konuşarak hiçbir şeyi değiştirmiyoruz. Belki kamuoyu oluşmasına biraz önayak olunuyor ama iki gün sonra serbest bırakılıyor… Verdiğimiz tepki de sentetikleşiyor. Belki dünyanın hiçbir yerinde artık halk gücünün siyasete etkisi olmayacak eskisi gibi bir başkaldırı olmayacak ama böyle de bir yere varılmayacak. Ben bu konuda biraz ümitsizim. İnsanların bir ihtiyacı olduğunu anlıyorum ama onun da bir karşılığı olduğuna inanmıyorum…
-Kitaba döneyim. Romanlarınızda daima bir polisiye aks, çözülmeyi bekleyen gizemler var ama ilk kez tam anlamıyla bir polisiye roman yazdınız. Nereden çıktı? Çıkış noktası neydi?
-Tamamen polisiye yazmak isteğimden çıktı bu roman. Çocukluğumdan beri istiyordum. Dediğiniz gibi hep bir polisiye damar vardı ama bu kez bütünüyle bir polisiye yazmak için oturdum masaya.
-Okur olarak hissettiğim bir şeyi sorayım. Yazarken çok eğlendiğinizi hayal ettim hep. Yanılıyor muyum?
-Bunu duyduğuma çok sevindim. Çünkü gerçekten öyle oldu. Bu roman bugüne kadar yazarken en eğlendiğim ama bir yandan da en zorlandığım kitabım oldu. Hep ‘Körburun’ için bunu derdim, ancak bu teknik ve kurgu olarak en zorlandığım romandı.
-Neden zorlandınız?
-Akıcı, okuru yormayan bir dil kullanmaya çalıştım. Az önce bahsettiğim o lümpen dilden uzak durmaya çalıştım. Tabii bu sistemin gerçekliğinden kaçmak zordu. Yapmam gereken şeylerden biri de bürokrasiyi ve sistemin nasıl çalıştığını anlamaya çalışmaktı.
-Yazarken sonunu, katilin kim olacağını ve olayın kimin çözeceğini en başından itibaren biliyor muydunuz?
-Bu romanda, evet. Ama genelde böyle çalışmam. Aklıma bir sahne ya da bir olay gelir. Bazen tüm akış buna uygun devam eder bazen tamamen farklı bir şey çıkar ortaya. Ama bu kez öyle olmadı. Bu romanda matematiği ve kurguyu en ince ayrıntısına kadar detaylarıyla planlamam lazımdı.
-Türkiye polisiyeyi seviyor; izlemeyi de, okumayı da… Sizce polisiyenin Türkçe edebiyatta nasıl bir yeri var?
-Oldum olası çok sevdim polisiyeyi. Çocukluğumda da okuduğum ilk kitapları hatırlıyorum, polisiye tadında çocuk kitapları. Ancak türe olan ilgiyi bu kadar bilmiyordum. Bu roman için masanın başına geçince hem yerli hem de uluslararası polisiyileri tekrar, bu kez farklı bir gözle okudum. O zaman fark ettim ki polisiye türü gerçekten seviliyor. Mesela polisiye yazdığımı söylediğimde herkes “Aa ne güzel, yaz” dedi. Ancak en son okuduğunuz polisiye kim deyince hemen cevap gelmiyor. Bir de insanların aklına polisiye denince artık daha çok diziler geliyor sanırım. Onlar da kitap uyarlaması olabiliyor ancak daha öne geçtiler. Ben kendi adıma İskandinav polisiyelerini seviyorum. Benim de aklıma ilk kitaplar değil, diziler geliyor.
-‘Sonra Görür Gözler’ de ekrana uyarlansın ister misiniz?
-İstiyorum. Bu roman özelinde değil ama normalde de kafamda görselleştiririm romanlarımı. Ama uyarlamalar her zaman tatmin etmiyor, metin ve ekrana gelen şey tamamen farklı oluyor, bunu kabullendim artık. Bir de roman yazmak tek kişilik ve yalnız bir süreç. Bunun iyi yönleri var, ben yalnızlığı severim bu şekilde çalışmak da iyi geliyor. Fakat insan bazen takım çalışmasını da özlüyor, onu da ucundan kıyısından deneyimlemek isterim.
-Roman bir seriye dönüşür mü peki?
-Kafamda öyle kurguladım. Yani bir kurgu hazırlamadım ama kapı açık, kancalar var. Bu hikayede ana olay çözülüyor, katil bulunuyor okurun aklında kalan bir şey olmuyor ancak bir iki hikaye devam etmeye müsait. İkinci kitap olursa devamı olursa diye sürdürdüğüm benim de çok hoşuma giden karakterler var. Ama artık çok uzun vadeli planlar yapmıyorum. Bir sonra ne yazacağımı bilmiyorum.
-Bu arada fark ettim de normalde romanlarınız arasında hatırı sayılır bir süre olur, okurlarınız sizi bekler. Bu kez öyle olmadı, daha kısa bir ara var. Polisiye yazmanın etkisi mi bu?
-Ben de şimdi siz söyleyince fark ettim. Genelde kendime en az bir yıl kafa izni veriyordum. Sanırım bunun sebebi yaşlanmak. Artık yıllar azaldıkça insan daha hesaplı davranmaya başlıyor. Ama bunu ben de hesaplamamıştım. Gerçi zaman kavramımız da değişti.
-Edebiyat eleştirmeni Metin Celal ‘Sonra Gözler Görür’ü yazdı 10Haber’e. Romanın geçtiği hayali şehir Yenikent’e dair tahminleri var. Bir de yeniden bir hayali kent yaratmanızın nedenini “Yanlış benzetmeler yapılmasın, gereksiz yakıştırmalarla başım ağrımasın istemiş olabilir” diye yorumlamış. Romanlarınızda hayali kentler yaratmanızın nedeni ne?
-Metin Bey’in yazısını okudum, demek istediği şeyi de anlıyorum fakat öyle bir kaygım olmadı. Bu, olaya ve her şeye hakim olma isteğinden kaynaklı. Her şeyini ben kurgulayayım istedim. Bir de mesela bu kitap İstanbul’da olsa yüzde 90’ı trafikte geçerdi! Çok zor gerçekten İstanbul’da geçen bir polisiye yazmak. Tabii ki Ahmet Ümit yazıyor ama benim için çok da kolay ve cezbedici değil. İşin matematiğine bağlıyım. Gerekirse sokağın gerekirse binanın yerini değiştireyim istiyorum. O da bana özgürlük veriyor. Yazarken keyif almamın nedeni de buydu karakterler kadar mekanda da kafamdaki şeyleri aktarabildim. Yenikent biraz öğrenci şehri olduğu için Eskişehir’e benziyor, fabrikalar var, bir yönüyle de bir sanayi kenti… Bu benzerlikler de benim istediğim şeyler, sonuçta bu kent Türkiye’de. Okur tamamen uzak kalsın istemiyorum, kafasında bir şeyler canlansın istiyorum.
-Ahmet Ümit demişken… Aynı dönemde çıktı kitaplarınız, okuyabildiniz mi?
-Evet, aynı gün çıktı kitaplarımız. Okumaya başladım kitabı.
-Hikmet’ten Mektup Var isimli bir internet siteniz var. Orada kırtasiye ürünlerini çok sevdiğinizi ve elle yazmanın sizin için önemini anlatmıştınız. Bu romanda nasıl çalıştınız?
-Çocukluğumdan beri ilgiliyim kırtasiye ürünleriyle. Ve her yerde ısrarla söylüyorum el yazısı çok önemli. Bana şu açıdan iyi geliyor; düşünce hızımla yazma hızım dengeleniyor. Bilgisayarda yazdığımda ise kafamda kontrol edemediğim bir editör sesi var. “Hayır hiç güzel olmadı, burayı değiştir” vs. Zaten elimizin altında “Sil” ve “Geri al” tuşları var, bu da bir başka mesele. Ama elle yazarken dengedeyim. Bugüne kadarki tüm kitapları el yazısıyla yazdım sonra düzeltileri bilgisayardan yaptım. Bu romanda da aynı şekildeydi. Nispeten en çok bilgisayarda yazdığım bu oldu. Hızlı olmasının endeni de budur.
-Taslakları ne yapıyorsunuz?
-Yok etmek istiyorum aslında şimdi kara kara düşünüyorum. Ben öldükten sonra bulunur diye bakalım ne olacak…Çok mükemmeliyetçi olduğum için ilk halleri okunsun istemem.
-Mektuplardan birinde Oscar’lara ve sektöre epey bir laf etmiştiniz. Popüler kültürle aranız nasıl?
-O yazıdan sonra üzülenler olmuş! Tabii ki Oscarlar’a karşı falan değilim, popüler kültürün de tam içindeyim. Fakat gidişatı beni üzüyor. Büyük ihtimalle yaşlandım. İnsanlar gençken böyle biri olmayacağım der ama tam olarak o insana dönüşür, ben de onlardan oldum. Hollywood, ödüller ve bu sektör her zaman ticariydi ancak artık her şey kör göze parmak sokar cinsten. Eskiden bir film ödül aldıysa, izlemek ister merak ederdik. Aynı şey edebiyat dünyası için de geçerli. Bir kitap The Guardian’da, New York Times’ta yazılmışsa kitabı okurduk. Şimdi bir karşılığı yok. O yazıda da eleştirim bunaydı. Seyirci olarak da üretenler olarak da hepimiz bu çarka hizmet ediyoruz. O çarkın içinde de olmak istiyoruz. Ama bazen saçmasapan şeyler önümüze düşüyor geri kalmak istemiyoruz, bazı şeylerden de uzak kalalım!
-Sohbet boyunca birkaç kez yaşlanmaktan bahsettiniz. Yaşlanmayla aranız nasıl, yazarlığınızı etkiledi mi?
-Belli ki sıkıntılı bir ilişkim var çünkü sohbet boyunca çok sık dile getirdim, farkındayım. En önemlisi insan fiziksel olarak hissediyor yaşlandığını. Pandemi döneminin de etkisi var sanırım. Kalan günlerin kıymetini biliyoruz. Yazarlığıma etkisini sorarsanız… Hiçbir zaman “usta” gibi sözcükler kullanmam ama artık kendimi daha iyi tanıyorum. Sektörü ve kendi yazış sürecimi çok çok daha iyi biliyorum. Daha tecrübeliyim.
-Son soru. ‘Harika Hayat’ için okurlarınıza verdiğiniz bir söz vardı. Geçerli mi hâlâ bu söz?
-Biliyorum, farkındayım. Ama nasıl ve ne zaman olacak bilmiyorum. “Bitti, hemen yazayım” durumu olmuyor başka şeyler ilgimi çekiyor, yazmaya başlıyorum. Ama sözüm bâki.