
Kâh gerileceğiz kâh üzüleceğiz, sonunda güleceğiz
‘Mo’ bize ABD’de Filistinli göçmen olmayı mizahi dille anlatıyor. ‘Paradise’ politik entrika yapımlarına takla attırıyor. Depresif ‘Karlar Kızı’ yeni bir kayıp vakasıyla sınanıyor. ‘You’re Cordially Invited’ ise neşemizi garantiliyor.
Hafta sonu önerilerimizde o klasik tabirle, hayatın içinden bir hikâye var. İkinci (ve final) sezonu taze yayınlanan ‘Mo’, Netflix’in gizli cevherlerinden. ‘Mo’ karın ağrıtan bir komedi de ağlatma garantili bir dram da vadetmeyen, buna rağmen komedi ve dramı harmanlayan bir yapım. 2022’de yayınlanmaya başlayan dizi ABD’de kaçak göçmen olarak yaşayan Filistinli Mo’nun hikâyesini anlatmasıyla güncelliğini günümüzde de koruyan bir soruna parmak basıyor.
‘Mo’nun yaratıcıları komedyenler Ramy Youssef ve Mohammed (Mo) Amer daha önce ‘Ramy’ adlı komedi-dramada da birlikte çalışmıştı. Birini seven diğerini de sevecektir, ama ikisiyle de yeni tanışanlara keşif fırsatı doğdu demektir! Mo Amer aynı zamanda bu yarı-otobiyografik dizide ana karakter Mo’yu da canlandırıyor.
Mo ve ailesi, Körfez Savaşı’ndan kaçarken kendini Teksas’ın Houston şehrinde, belgeleri olmadan yaşamaya mecbur halde bulmuştur. Sığınma davaları ise 22 yıldır devam etmektedir. Annesiyle yaşayan Mo evi geçindirmek için kayıtsız ve sigortasız yaşamak zorunda, başına bir iş geldiğinde de hastaneye gitmeden hayatta kalmak durumundadır. Komedi bu işin neresinde dediğinizi duyar gibiyiz. Bu zorlu konu, günlük diyaloglarımızdaki mizah yardımıyla anlatılıyor. Dram ise bir sığınmacının değil de herhangi birinin gündelik yaşam kaygısı anlatılıyormuşçasına sakince yer alıyor. Haliyle ortaya yormadan düşündüren bir iş çıkıyor.
Mo’nun hikâyesindeki dramatik havayı dağıtan diğer unsur da Najjar ailesinin ilişkilerinin çok tanıdık olması. Mo’nun özel hayatını merak eden teyzelere, ‘helal süt emmiş, bizden’ bir gelin isteyen annelere, Mo’nun Meksikalı Hıristiyan kız arkadaşını kendi kültürüne göre ‘törpülemeye’ çalışması gibi konulara bizim gibi toplumlar aşina. Bu sahneleri izlerken bir yerli dizi izlediğiniz hissine kapılabilirsiniz, ancak ‘Mo’da entrika, sansasyon, gizli ilişkiler gibi bir bataklık yok. Bir üst neslin teknolojiyle sınanması, mesela görüntülü konuşmayı bir türlü becerememeleri gibi sahneleri ise herhangi bir Netflix yapımı izler gibi izliyorsunuz; bu da işin evrensel boyutu.
Özetle Mo bir yandan sığınma talebi gibi hayati bir meseleyi beklerken diğer yandan Filistinlilik, Müslümanlık, Amerikalılık (ve ikinci sezonda Meksikalılık) gibi kimlik ve kültür karmaşalarıyla boğuşuyor. Gündelik hayatta ise arabanın bagajında sahte çantalar satmak gibi klasik yöntemlere başvurarak geçimini sağlamaya çalışıyor. Bunlar olurken iç sesimiz, toplumsal dinamiklere dair bir monologa başlıyor, ama bu ses Mo’nun samimi tavırlarıyla, dizinin mizahi diliyle bir an olsun karamsarlığa kapılmıyor. (Filistinli ve İsrailli iki arkadaş tavla oynarken siyasi tartışmalara girdiğinde bile ve hatta Mo’nun babasının geçmişine dair öğrendiklerimize rağmen!)
Dizi böyle bir yaşamın zorluklarını, Mo’nun acıları mizahla bastıran savunma mekanizması sayesinde göğsünde yumuşatıyor. Mo Amer ve Ramy Youssef’in mesajlarını böyle vermeyi seçmesi, dramın dibine vuran yapımların sertliğinden daha etkili diye düşünmeden de edemiyoruz. ‘Mo’ henüz bilmeyenlerle tanışmak için ilk, bilenlerle arayı kapatmak için ikinci sezonuyla Netflix’te.
Politik entrika ve kurgusal ABD başkanlarını konu alan dizileri sevenler, toplaşın. Disney+’ta ilk üç bölümü yayınlanan ‘Paradise’ size bunu ve dahasını vadediyor. Klasik bir suikast soruşturması gibi başlayan dizi ilk bölümün sonundan itibaren katmanlarını bir bir açıyor.
Ana karakterimiz bir sabah uyanır, sıradan bir baba gibi kahvaltı masasında çocuklarıyla konuşur, ardından işe gider. Yolda yine sıradan, huzurlu Amerikan banliyöleri arasından geçer ve hedefe varır. Bu adam Ajan Xavier Collins’tir (Sterling K. Brown) ve pek de sıradan olmayan bir işi vardır. ABD Başkanı Cal Bradford’un (James Marsden) güvenliğinden sorumludur, ama onun için çok sıradan olan o sabah, görevinde başarısız olduğu bir sabahtır.
Görevine başlamak için Başkan’ın odasına giren Collins onu yerde, kanlar içinde ve ölü halde bulur. Odanın yağmalandığını da fark eder ve yetkililere haber vermeden önce inceleyebildiği her detayı aklına yazar. Fakat Başkan’ı gören son kişi olmasından ötürü cinayetin baş şüphelisi haline gelir. Adını temize çıkarmak ve katili bulmak için kolları sıvayan Collins bir de Başkan’ın gizli projesiyle ve karanlık sırlarla da sınanır.
Buraya kadar dizi, başta da tariflediğimiz gibi politik entrikanın klasik bir örneği gibi görünüyor. Ancak olaylar, bir felaket sonrasında hayatta kalan şanslı (ve nüfuzlu) azınlığı izlediğimizi öğrenmemizle distopik bir boyuta geçiyor. (Detaylı bilgiyle tat kaçırmayalım, zira ilk bölümün sonundaki sürpriz lezzetli.) Katilin güvenilen birileri olduğundan işkillenmemiz ve kapalı mekânda herkesin şüpheli olmasıyla da işe bir tutam Agatha Christie dedektifçiliği ekleniyor.
Dizi ilk bölümden bizi içine çekiyor, böylelikle hikâyeye alışmak için birkaç bölüm şans vermeye tahammülü olmayanları da yakalıyor. Bu hem avantaj hem dezavantaj. İlk bölümleri sıradan görünen dizilerde beklentimizi düşük tuttuğumuz için ne kadar iyi bir iş izlediğimizi sonraki bölümlerde fark edip şaşırabiliyoruz. Açılışta beklentiyi yükseltmek ise ilerleyen bölümlerde de çıtayı tutturmayı gerektiriyor. ‘Paradise’ bunu başarabilecek mi, peyder pey yayınlanan bölümlerle sezon tamamlanınca göreceğiz.
Diziyi ‘Lost’a, ‘The Truman Show’a, ‘White Lotus’a, ‘House of Cards’a ve ‘Black Mirror’ın bazı bölümlerine benzetenler olduğundan bu ‘çorbanın’ nasıl bir dizi olduğunu ancak ilk bölümün sonunda kavrayabilirsiniz. Başlamaya ikna olmadıysanız, merhum Başkan Bradford rolündeki James Marsden için bile bakabilirsiniz. Kendisini meşhur ‘The Notebook’tan veya Netflix’in ‘Dead to Me’sinden hatırlayan çıkar. Ancak sizi bu kez Disney+’a, son dönemin sevilen işlerinden ‘This is Us’ dizisinin de yapımcısı olan Dan Fogelman’ın elinden çıkma ‘Paradise’a davet ediyoruz.
Sırada psikolojik dram, suç ve sert gerçekçi türlerinde İspanyol yapımı ‘Karlar Kızı’ var. Javier Castillo’nun aynı adlı romanından uyarlanan dizi ikinci sezonuyla Netflix’te, hafta sonunu depresif geçirmek isteyenleri bekliyor.
Sevimli olması gereken ama tuhaf bir tavşan maskesi takmış altı yaşlarında bir kız çocuğu, ağır çekimde yolda yürüyor ve dizi, korku türünde olmasa da hikâyenin ilk bölümden evrileceği yönü bu uğursuz sahneyle ima ediyor. Küçük kız meğer annesine şaka yapmak için maske takmış; ailecek buna gülüşüyorlar ve biz de rahatlıyoruz. Ancak anne-baba-çocuktan oluşan bu mutlu çekirdek ailemiz oldukça kalabalık, coşkulu ve renkli bir karnavala gittiğinde rahatsızlık hissi geri geliyor. Komedi veya aşk hikâyesi olduğu açıkça belirtilmemiş yapımlarda karnavallar, maskeli figürler, şekerlemeler, palyaçolar her zaman kötü alamettir.
Nitekim yanılmıyoruz, bunların üzerine sarı montlu bu çocuğun kırmızı bir balon almak istemesi Stephen King’in ‘O’ (It) eserini çağrıştırıyor. Ve küçük çocuk, yani Amaya (Emma Sánchez) yerde gördüğü bir oyuncağı almak için ailesinin yanından ayrıldığında kimliği belirsiz bir kişi tarafından sessiz sedasız kaçırılıyor.
Bu noktadan sonra olayı aydınlatmaya uğraşan polisleri, ama en çok da stajyer gazeteci Miren’i (Milena Smit) izliyoruz. Ana karakterimiz Miren bu davaya ekstra ilgi gösteriyor, bunun nedenininse geçmişinden taşıdığı bir travma olduğunu anlıyoruz. Miren bir yandan travmalarını tetikleyen anlarla başa çıkmaya, diğer yandan soğukkanlılığını koruyup olayı soruşturmaya çalışıyor. Ancak polis de Miren de başarılı olamıyor ve altı yıl zaman atlaması yaşıyoruz. Derken Miren’e, artık 12 yaşına gelmiş Amaya’nın sağ olduğunu kanıtlayan bir kamera kaydı geliyor ve işin seyri değişiyor. İlerleyen bölümlerde üç yıl daha zaman atlıyoruz ve kayıp vakalarının yıllara yayılan duygusal yükünü iliklerimize kadar hissediyoruz.
Tahmin edebileceğiniz üzere hikâyenin zorlayıcı yanları mevcut, bu nedenle tetikleyici uyarısı (çocuk kaybı, şiddet, cinsel şiddet) vermemiz gerek. Bu uyarılar ikinci sezon için de geçerli.
İkinci sezonda Miren gazeteciliğe devam ediyor, ancak kayıp vakaları peşini bırakmıyor. Daha doğrusu Miren bu vakaların peşini bırakmıyor. Macera bu kez Miren’e gelen bir fotoğrafla başlıyor ve Miren fotoğraftaki kayıp çocuğu bulmak için kolları sıvıyor. Tıpkı ilk sezondaki kayıp vakası gibi bu sezondaki de yıllara yayılan bir vaka, ancak Miren gizeme bu sefer kaybın ilk gününden değil, onuncu yılından başlıyor. Eşzamanlı olarak günümüzde, on yıl önce kaybolmuş o çocuğun gittiği okula giden bir başka gencin cesedi bulunuyor ve Miren bu iki olay arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Psikolojik gerilim ve depresif atmosfer ise baki.
Miren’i canlandıran Milena Smit’i ‘Platform 2’ filminden hatırlarsınız. Smit burada da oldukça güçlü bir performans sergiliyor. Dizinin hem genel çerçevesi hem tetikleyicileri kimileri tarafından ‘Ejderha Dövmeli Kız’ın daha karanlık versiyonu olarak tanımlanıyor. Derin bir hikâye, yaralı ama güçlü bir kadın kahraman, gizemli ve dramatik olay örgüsü, farklı zaman dilimleri gibi unsurlar ilginizi çekiyorsa Javier Castillo’nun romanından uyarlanan, yönetmenliğini David Ulloa ve Laura Alvea’nın yaptığı ‘Karlar Kızı’ ikinci sezonuyla Netflix’te.
Kapanışı keyifli bir hafta sonunun garanti ve çabasız çözümü olan romantik komediyle yapalım. Prime ilacınızı, yani ‘You’re Cordially Invited’ filmini ayağınıza getiriyor. ‘Sizi de Aramızda Görmekten Mutluluk Duyarız’ şeklinde uzunca Türkçe adıyla da bulabileceğiniz film, platform için özel olarak çekildi. Başrollerde ise Hollywood’un gözdelerinden Reese Witherspoon ve Will Ferrell var!
Filme romantik komedi dedik, ancak işin romantik kısmı sırf düğün barındırmasından ileri geliyor. Üstelik bu düğün ana karakterlerimizin bile değil! Reese Witherspoon’un oynadığı Margot karakteri kız kardeşi Neve’nin (Meredith Hagner) düğününü organize etmeye çalışırken Will Ferrell’ın canlandırdığı Jim, kızı Jenni’nin (Geraldine Viswanathan) düğününü planlamaya koyulur. Birbirinden bağımsız bu iki düğünün aynı gün ve aynı mekân için planlanması Margot ve Jim’i karşı karşıya getirir, böylece hikâye ikilinin çatışmasına odaklanmaya başlar.
Margot’nun, kız kardeşinin düğünü konusundaki mükemmeliyetçi yaklaşımı gayet anlaşılır. Margot diğer aile bireyleriyle bağlarını koparmış ve bir tek, hamile olduğunu öğrendiği kız kardeşiyle görüşüyor. Düğünün, iki kardeşin çocukluklarında mutlu anılar biriktirdiği ada tatil köyü Palmetto House’ta yapılması bu nedenle mühim. Öte yandan Jim’i de anlıyoruz; çünkü eşi öldükten sonra kendisini kızına adamış bir baba olarak mutluluğu, kızının mutluluğuna bağlı. O nedenle, zamanında merhum eşiyle nikâhının kıyıldığı bu tatil köyünü kızının düğünü için rezerve etmesi elzem.
Hedefteki bu tatil köyü birtakım planlama hataları sonucunda, aynı günde iki tarafa birden ayırtılıyor. Mekân iki tarafı da ağırlayacak kadar büyük olmadığından bir tarafın geri adım atması gerek. Ancak Margot da Jim de direttiğinden seçime gerek kalmıyor ve iki taraf da mekâna aynı gün ve saatte sıkışmaya razı geliyor.
Büyük gün gelip çatıyor ve elbette tarafların kendi köşesine çekilmesi, kimsenin kimseye karışmaması mümkün olmuyor. Gözümüz sürekli Hollywood yıldızlarının canlandırdığı Margot ve Jim’de olsa da bu kaotik düğünün misafirleri de kaosun ateşini harlamakta onlardan geri kalmıyor. Bize de bu kaostan eğlenmek düşüyor!
Film hem düğünün esas muhatapları yerine birinin ablasını diğerinin babasını odağına almasıyla hem de ana karakterler arasında son ana kadar romantizm sinyalleri olmamasıyla romantik komedilerden ayrışıyor. Aile bağlarına yer yer değinen bir film olmasına rağmen iç ısıtıcı bir komedi de diyemeyiz. Filmi en iyi tanımlayan ifade kaotik komedi olabilir. Komediler için tek bir organizasyondan bile türlü kaos çıkarken bu filmde iki organizasyon olduğu için karmaşa da eğlence de ikiye katlanıyor. Prime’da yayınlanan, Nicholas Stoller’ın yazıp yönettiği ‘You’re Cordially Invited’ filminde ‘sizleri de görmekten mutluluk duyarız’.