Bazen bir sanatçının için en iyi ilham kaynağı kendisidir. Konu olarak kendisini seçen Rönesans ressamları, otoportrenin kalıcı bir tür olarak sanat tarihine yerleşmesinin yolunu açtı. Üstelik bazıları bunu kendilerini eserlerine gizleyerek yaptı.
“Her ressam kendini çizer.” Hatta bazen otoportresini esere öyle bir saklar ki ancak yüzyıllar sonra fark edilir. Albrecht Dürer’in 500 sene önce yaptığı bir tabloya kendisini ufukta küçük bir adam olarak gizlediğinin birkaç hafta önce keşfedilmesi, 15. yüzyıl Floransa’sında yaygın bu deyişi bir kez daha doğruladı. Dürer aslında insaflı davranmıştı, ya kendisini Sistin Şapeli’nin tavanında Tanrı olarak ölümsüzleştirdiği düşünülen Michelangelo’ya ne demeli?
Otoportre, bireyselliğin ve yaratıcılığın önem kazanmasıyla birlikte ressamın zanaatkardan sanatçıya dönüştüğü, özgüvenini kazandığı Rönesans döneminde yükselişe geçti. Aynanın yaygınlaşmasının da etkisiyle, sanatçılar kendi portreleriyle geleceğe görsel imzalarını bırakmaya başladılar. Otoportre, sanatçının düşünsel ve sanatsal gelişimini yansıtan önemli bir mecra haline geldi, kimliğini simgelediği, duygularını ifade ettiği bir tür olarak sanat tarihindeki yerini perçinledi.
Resmin altın çağında yaşayan Hollandalı ressam Rembrandt geride yüzü aşkın otoportre bıraktı. ‘Gece Devriyesi’ adlı büyük eserine kendini tek gözü görünecek şekilde gizledi.
Vincent van Gogh, Egon Schiele, Paul Gauguin gibi pek çok sanatçı çarpıcı portreleriyle hayatlarının dönemlerini ve önemli olaylarını bize aktardılar. Gauguin, 1889 tarihli üç boyutlu Sürahi Otoportresini, van Gogh’un kulağını kesişine şahitlik etmesinin etkisiyle yaratmıştı. Meksikalı sanatçı Frida Kahlo, sağlık sorunlarını, acılarını, kadın olmayı tuvallerinde yarattığı gerçeküstü ikiziyle bize anlattı. Dürer’in kendisini İsa gibi çizdiği 1500 tarihli ünlü portresi, artık Kuzey Avrupalı bir zanaatkar değil, yaratıcı bir sanatçı olduğunun altını çizen bir beyan niteliğindeydi.
İnsan, tarih boyunca kendini çizerek otobiyografisini yazdı, şimdi de aynı şeyi selfilerle yapıyor. Biri daha planlı diğeri spontane olsa da özde birbirinden farkları yok. Her ikisi de kompakt bir formatta yaratıcısının yaşamından kesitleri belgeliyor, benliği bir bütün olarak algılama ihtiyacına hizmet ediyor.
Yüzünü kimsenin bilmediği Banksy’nin bile maymun kafalı bir otoportresi var. O kendi imajının arkasına saklanıyor. Bir de eserlerinin içine saklanmış olanlar var. Kendi filmlerinde bir an görünen yönetmen Alfred Hitchcock gibi, izleyiciyle saklambaç oynuyor onlar. Bazıları, tarihi ya da dini olayları tasvir ettikleri eserlerinde, kimi zaman yanlarına hamilerini de alarak kalabalığın içine karışmış. Kuzey Avrupa’nın Flaman ressamları ise, görüntülerini aynalarda ve parlak yüzeylerde fazla dikkat çekmeyecek şekilde yansıtarak kendilerini eserlerine saklamış.
İngiliz psikanalist Donald Winnicott, “Saklanmak keyiftir, bulunmamak ise facia” demiş. Saklanan kişi aslında bulunmak ister. Yüzlerce yıldan beri eserlerinde saklanan büyük isimlerden bazılarını gelin birlikte bulalım. Ve sonra da şu soruyu soralım: Yapay zekanın her alana yayıldığı dünyamızda geleceğin “sanat saklambaçları” sanal bir dünyada avatarlarla mı oynanacak?
Bu yıl başında tartışma konusu olan bir teoriye göre, büyük usta Vatikan’daki Sistine Şapeli’nin tavanına çizdiği ‘Adem’in Yaratılışı’ sahnesine kendisini Tanrı olarak dahil etmiş, kolunu uzatmış Adem’e can veriyor. Muscarelle Müzesi küratörlerinden Adriano Marinazzo’nun teorisi kabul görürse, Michelangelo’nun otoportresi Batı sanatının en ünlü, en çok kopyalanan imgelerinden birinin merkezine yerleşmiş olacak.
Marinazzo’nun dayanak noktası, Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nde çalıştığı sırada bir arkadaşına gönderdiği sonenin kenarına çizdiği figür. Sonede sanatçı tavandan gözlerine akan boyalardan şikayet ediyor, kendi portresi olduğu düşünülen çizimdeki figür ise sağ kolunu yukarı kaldırmış tavana tuhaf bir yüz çiziyor.
Çoğu akademisyen soneye odaklanırken, Marinazzo çizim üzerinde yoğunlaşmış. Sanatçının neden kendisini, bacağını çapraz atarak iskele üzerinde tehlikeli bir şekilde durmuş olarak betimlendiği üzerine kafa yormuş. Çizimin dijital görüntüsü üzerinde çalıştığı sırada kağıdı biraz döndürünce, figürün duruşunun şapelin tavanındaki Tanrı’ya çok benzer olduğu dikkatini çekmiş.
Sistine Şapeli’nin sunağına daha ileri bir tarihte çizdiği ‘Son Yargı’ freskindeki pörsük deri adam figürünün de Michelangelo’nun kendi portresi olduğuna inanılıyor. Egosunun yüksekliğiyle bilinen sanatçının belli ki mizah yönü de güçlüymüş.
Batı sanat tarihinin en esrarengiz eserlerinden birisi Flaman ressam van Eyck’e ait. Tablodaki kadın ile erkeğin Arnolfini ailesinin hangi üyeleri olduğu bir parça tartışmalı ama odadaki avize, renkli kumaşlar ve detaylarda gizli lüks, çiftin muazzam servetini incelikli bir şekilde gözler önüne seriyor. Arkadaki duvarda asılı dışbükey aynaya dikkatle bakınca, odaya giren iki kişi fark ediliyor. Tam onların üstünde Latince olarak “Jan van Eyck 1434’te buradaydı” yazması, sanatçının kendi eserindeki varlığını doğruluyor olabilir mi? İçeri girenler van Eyck ile asistanı mı?
İki yüzyıl ileri atlayıp Arnolfilerin evinden İspanyol Sarayı’na gelelim. Diego Velazquez’in ‘Nedimeler’ tablosunun merkezinde, Kralın kızı Margaret Teresa’yı görürüz. Kendisini fazla gizlemeden kompozisyona dahil eden sanatçı, gözlerimiz ona takıldığı anda bizi içeri çekiyor. Anlamı ve içerdiği simgeler üzerine çok tartışılan bu önemli tablo, yaratıcısını gizlemiyor belki ama onun ilham kaynağı olan Arnolfini Portresi’ndeki ayna fikrini saklıyor. Sanat tarihçileri, Velazquez’in geri plana yerleştirdiği Kral ile Kraliçeyi gösteren aynayı van Eyck’ten aldığına inanıyorlar. İspanyol sanatçı Madrid’teki sarayda çalıştığı sırada Arnolfi Portresi’nin orada asılı olması, ayna teorisini güçlendiriyor.
Rafael’in Vatikan’daki Apostolik Saray’ın duvarına çizdiği ünlü fresk, bir Klasisizm şaheseri olarak kabul ediliyor. Felsefeye övgü niteliğindeki sahnede, Pisagor’dan Batlamyus’a kadar tarihin saygıdeğer düşünürleri dev bir mermer salonu dolduruyor. Yalnız burada önemli bir ayrıntı var; sanatçı filozofları çağdaşı ressamların yüzleriyle tasvir etmiş. Leonardo da Vinci’nin Platon için modellik yaptığına, Herakleitos’un kişiliğinde Michelangelo’nun yüzünün kullanıldığına inanılıyor. Raphael’in meraklı gözleri ise freskin en sağında bize bakıyor.
Barok sanatçı Caravaggio, 38 yıllık yaşamında Davut ile Golyat temasını çeşitli kereler işlemişti. Eser, Davut’un, Filistinli dev general Golyat’a karşı kazandığı zaferi simgeliyor. Davut’un yüzünde muzaffer bir eda değil de, iğrenme ile acıma karışımı kararsız bir ifade oluşu, Golyat ile arasında psikolojik bir bağ yaratıyor. Caravaggio’nun Golyat’ı kendisi olarak tasvir etmesi ve Davut’u çizerken sevgilisini model olarak kullanmış olması ihtimali bu bağı daha da karmaşık hale getiriyor.
O dönemin Hıristiyan ikonografisinde eser, Mesih ile Şeytan’ı, iyinin kötü karşısındaki zaferini temsil ediyordu. Daha yakın dönemde, Davut’un ressamın gençliği olduğu fikrinin yaygınlık kazanması, esere çifte otoportre niteliği kazandırdı.
Kavgacı kişiliğiyle başını sürekli belaya sokan Caravaggio, en nihayetinde cinayet işleyince Roma’dan kaçmak zorunda kalmıştı. Eğer tabloyu kendisini affetme yetkisine sahip Kardinal Borghese’ye hediye olarak yapılmış olduğu fikri doğruysa, eser sanatçının kişisel af talebi olarak da yorumlanabilir.
Flaman kadın ressam Clara Peeters, zamanının ilk natürmort sanatçılarından biriydi. Madeni paralar ve metal nesneler üzerine düşen ışığın yarattığı yansımaları büyüleyici buluyordu. Flaman sanatındaki bir geleneği takip ederek, eserlerinin hemen hepsinde parlak yüzeylere otoportresini saklamıştı. Bu natürmortta, seramik sürahinin metal kapağına izdüşümünü yansıtarak ustalığını ortaya koymuş. Adını da gümüş bıçağın üzerine kazıyarak çifte imza bırakmış.
Fransız ressam Lautrec, 1889’da açılan Moulin Rouge kabaresinin müdavimiydi. Bu eserine kendisini arka plana kuzeniyle birlikte eklemiş. Hemen sağında dansçı La Goulue saçını düzeltirken, ünlü oyuncu Jane Avril ön plandaki masadaki grupta oturuyor. Şarkıcı May Milton resmin sağ kenarında yeşil yüzüyle belirsiz bir noktaya bakıyor. Muhtemelen eserin satışını zorlaştırdığı için bir noktada Milton’un portresi tuvalden kesilip çıkarılmış, ancak 1914’te eski yerine yeniden eklenmiş.
Botticelli bu eserinde, zamanının çok yaygın bir temasını, İsa’yı görmeye giden üç bilgeyi tasvir ediyor. Rönesans İtalya’sında, Floransa’nın büyük ailelerinin üyelerini eserlere önemli kişiler olarak yerleştirmek yaygındı. Botticelli kompozisyona ünlü Medicileri, resmi ısmarlayan hamisini ve kendisini gizlemiş. En sağdaki figür Botticelli. Hamisi ise duvara dayanmış figürler arasında ak düşmüş saçları ve mavi elbisesiyle resmedilmiş. Dikkatli gözler belki fark etmiştir, sadece ikisi bize doğrudan bakıyor.
Not: Sanat tarihçisi Ayşegül Ersin ile psikolog Ayşe Leyla Ok’a yazıya yaptıkları düşünce katkıları için teşekkür ederim.