Raf Gezgini: Okuyarak besleniyoruz peki zayıflayabilir miyiz?
Raf Gezgini'nin yeni rotası geçmişe yolculuk. Radarımızda rakının izini sürenler de var, Türkiye'nin hafızasına kazınan olayları hatırlatanlar da. Tabii yaz da geldi. Rafları düzenledik, yarım bırakılmışlara bir şans daha verdik ve ıssız adaya düşsek yanımıza hangi kitabı alırız düşünmeden edemedik.
Dört gözle yolunu gözlediğimiz kitaplar, Türkçeye yeni çevrilenler, ‘Okuma listeme aldım ama hala başlamadım’ dediğimiz uzun listelerin değişmezleri… 10Haber, bu kitapların izini sürüp raflarda geziyor. Kimi zaman yeni çıkanların peşine düşüyor, kimi zaman uzun zamandır raflarda demlenen kitapları keşfediyor. Ama en çok da ‘Bu aralar ne okusam?’ sorusuna yanıt arıyor.
Bu haftanın listesi, geçen haftalara göre biraz daha kalabalık. Kütüphanelerimizi temizlerken karşılaştığımız yarım kalan okumalarla karşılaştık, geçmişe yolculuğa çıktık. Üstelik bu yolculuğa rakı, Türkiye toplumunun hafızası ya da çocukluk öyküleri eşlik etti. Daha fazlası da var…
Arjantinli yazar Borges’in eserleri, kurgusal ve gerçeklik arasındaki sınırları bulandıran, zaman ve mekân kavramlarıyla oynayan, parodik ve ironik bir tarza sahip olmasıyla bilinir. Deneme, şiir ve öykü türlerinde eserleri bulunan Borges’in uzun bir aradan sonra yeniden öyküye başladıktan sonra yazdığı ilk kitap bu. Biraz farklı, bir o kadar da özel. Artık öykü yazmaya duyduğu hasret mi yoksa yıllar içinde kazandığı deneyim mi dersiniz bilinmez ancak ‘Brodie Raporu’, yazarın erken dönem öykü kitaplarından farklı bir üslup taşıyor. 1986’da hayatını kaybeden yazar ‘Brodie Raporu’ için “Bir Ezop olma niyetinde değilim. Benim öykülerimin amacı Binbir Gece Masalları gibi insanları inandırmak değil, eğlendirmek ve coşturmak” diyor. Medeniyete yönelik ironik tespitlerin yer aldığı öyküler, tam da böyle bir gündemde, ne yapacağımızı bilmediğimiz zamanlarda hepimize iyi gelebilir.
Türkiye toplumu ve kültüründe rakı, alkollü bir içkiden çok daha fazlası. Özenli sofralarda buluşturması, kıymetli anlara şahitlik etmesinin yanı sıra sayısız kitaba ve araştırmaya da konu olan rakının geçmişine uzanıyoruz bu kez. Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen araştırmacı ve yazar François Georgeon’in kaleme aldığı kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nda alkolün izini sürüyor. İmparatorluğun farklı yerlerinde alkol üretimini, ulemanın alkole tepkisini, Müslümanlar ve gayrimüslimlere verilen farklı serbestileri ve getirilen farklı yasakları mercek altına alıyor. Yolu meyhanelerden geçiyor, boza ve şarabı da anmayı ihmal etmiyor ve ‘içki içen müslümanlar: sultanlar’ın da kulaklarını çınlatıyor.
Güzel bir haber daha. Yazar, çok uzak geçmişle sınırlı kalmıyor. ‘Kemalist Türkiye’ ve ‘Erdoğan Türkiyesi’ adlı bölümlerde de bu dönemin içki alışkanlıklarını ele alıyor. Kapak görselinde Muhammed ibn Mustafa el-Mısri’nin 1817 tarihli, ‘Tuhfet ül-Mülk’ adlı çalışması bulunan ‘Rakının Ülkesinde’, bu efsunlu içkinin izini sürmenin yanı sıra Osmanlı’da sultan, ulema ve halkın alkolle ilişkisi üzerine literatürdeki büyük bir eksikliği kapatmasıyla da ilgi çekiyor.
Armağan Çağlayan’ın yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendiği ‘Gör Beni’ programının geçen haftaki konuklarından biri Sırrı Süreyya Önder idi. Önder, keyifli sohbetinin yanı sıra iyi bir okur olarak da biliniyor. Çağlayan da yeni nesil Türkçe edebiyatın iyi bir takipçisi olduğunu söyleyince, programın sonlarına doğru kitap ve yazar önerileri havada uçuşmaya başladı. Bu isimlerden biri de Sezgin Kaymaz idi. Ben de henüz okuma fırsatı bulamadığım yazarla nihayet tanışmak için daha fazla işarete ihtiyacım yok gibi hissettim. Ve yazarın son kitabı ‘Düz Dünyacılar’ı sipariş ettim. İtiraf edeyim, henüz tamamını bitiremedim ancak kitaba kendimi kaptırdığım için bu haftanın listesinde biraz torpille de olsa yer verdik. Üç köpeğin, arafta bir merhumun, bir düz dünyacı meleğin, bir de apartman sakinlerinin hikâyesi bu.
Leş nedir? Kötü nedir? Daha da beteri, tüm bunları tanımlayacak kadar dipte olmak nedir? Gazeteci Mustafa Hoş, bu soruların peşinden gidiyor. Bu kitap, Türkiye’de yani “kötülüğün sıradanlaştığı” bir ülkede yaşananları anlatıyor. Yazar, 6 Şubat depremlerinden, Kuran kurslarında yaşanan istismarlara, Çorlu tren kazasından, açlıktan ölen bebeklere kadar Türkiye tarihine geçen olayların arşivini tutuyor. Kötünün de hakkını veriyor, leşliğin de. Bir de reçete veriyor: “Her kötülüğü unutturarak ülkeyi çürüttüler. Peki ya unutulmazsa? İşte o zaman bu ülke yeniden doğar. Neo-Türkiye’nin panzehri hafızadır!”
Hayatta bazı sorular aklınıza düşebilir ve bunlara yanıt bulmak o kadar da kolay olmayabilir. Mesela atlar yüzebilir mi? Ya da atlar uçabilir mi? Yani en azından tavuklar kadar… Hiç mi olmaz? Peki çizgi filmlerdeki tek boynuzlu atlar gerçekte de var mı? Kahramanımız Dido’nun soruları bunlar. Hepsi de çok mantıklı. Ve bilirsiniz, yeterince inanırsanız şu hayatta her şey mümkündür -yani her zaman olmasa da.- Çiğdem Kaplangı’nın ‘Bütün Atlar Sihirli’dir adlı 0-6 yaş okurlar için kaleme aldığı kitaba, Mustafa Delioğlu resimleriyle eşlik ediyor.
Yaz geliyor, güneş yüzünü gösteriyor ve her şey yenileniyor coşkusuyla kütüphanelerinizde hummalı bir temizleme-düzenleme çalışmasına başlamış olabilirsiniz. Böyle anları severiz, zira mutlaka birkaç kitabı alır sayfalarını çevirir, içindeki notlara hatta araya sıkıştırılmış eski bir fotoğrafa ya da alakasız bir anıya rast geliriz. Ama bunlardan daha iyi bir seçenek de vardır. Yarım bıraktığınız, aranıza mesafe girmiş bir kitaba yeniden başlamak mesela… Abdulrazak Gurnah imzalı ‘Sessizliğe Hayranlık’ tam olarak bu kontenjandan girdi bu listeye. 2021 Nobel Edebiyat Ödülü kazanan yazar, kölelik, göç, kimlik ve aidiyet gibi konuları işlerken, dil ve anlatım gücüyle de öne çıkıyor. Nobel Komitesi de yazarı, “Kültürler ve kıtalar arasında sömürgeciliğin etkilerini ve sığınmacıların kaderini ödünsüz ve merhametle ele almanız” sebebiyle ödüle layık görmüştü. Gurnah, dili itibariyle kesinlikle okuması zor bir yazar değil ancak sadık bir okuru olmak biraz emek istiyor diyebiliriz.
2018 tarihli ‘Sessizliğe Hayranlık’ın isimsiz anlatıcısı ülkesini terk eden bir Zanzibarlı bir muhalif. Kahramanımız, Britanya’ya yerleşip evlendikten sonra öğretmenliğe başlıyor. Hayatının en istikrarl görünen döneminde bireysel tarihini yazmaya karar verdiğinde, aslında hiç de istikrarlı olmayan, kayıp ve kırılgan bir bastırılmış benlikle yüzleşmek zorunda kalıyor. 2011 tarihli ‘Son Hediye’ de ise Gurnah, bu isimsiz anlatıcısının hikâyesini genişletiyor. Yani, okur olarak bize de iş düşüyor…
Issız bir adaya düşseniz, yanınıza ne alırdınız? Tüm temel ihtiyaçlarınız karşılansa fakat size birkaç yazar ve kitap hediye edilmiş olsa, yani epey bir şanslı olsanız… Yanıtlar değişken, sınırlamak zor, bu tür sorular biraz da streslidir, hepsi kabul. Ancak ister ıssız bir adaya, ister de planlanmış tatile gidiyor ya da her nereye gidiyorsanız fark etmez. Etgar Keret size eşlik etsin. Çağdaş dünya edebiyatının en ‘fırlama’ yazarlarından biri Keret. Öyküleri güldürüyor, söyledikleri yüzünüzde bir tebessüm bırakıyor(manalı bir tebessüm bu) ama en çok da hayal gücünün sınırsızlığı cezbediyor. Bir sayfacık süren öyküsü de ailesinden ilhamla anlattığı anıları da birbirinden farklı duygular arasında koşturuyor okuru. Bu kitaba da adını veren bir otobüs şoförüyle tanıştırıyor mesela ya da küçükken kendisine armağan edilen domuz kumbarasını selamlıyor. Interpol’ün peşine düştüğü küçük bir kız kılığına girmiş bir cüce, cehennem kapısındaki küçük delikten yakınlardaki bir kasabaya inen insanlar, sadece intihar edenlerin gittiği ve içinde yaşadığımızdan pek farkı olmayan sıkıcı bir öbür dünya, merhametsiz bir tanrı… Keret, tüm bunları da sürprizli bir dille anlatmayı başarıyor. Yazarın Türkçeye çevrilmiş bir diğer kitabı ‘Domuzu Kırmak’ da listeye alınabilir (Bu kadar övgüden sonra, Raf Gezgini’nin bir adaya düşünce yanına alacağı yazarın Keret olduğunu itiraf etme vakti.)
I. Dünya Savaşı yılları, Viyana’dayız. Bombaların yağdığı bir dönemde stenograf olarak çalışan, zorluklarla dolu hayata tutunma mücadelesi veren ve bir yandan da aşkı arayan genç bir kadınla tanışacağız. Maestromuz ise ‘Örümcek Ağı’, ‘Savoy Oteli’, ‘Eyüp’, ‘Radetzky Marşı’ gibi eserleriyle dünya çapında üne kavuşan Joseph Roth. Hitler’in iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Fransa’da sürgün hayatına başlayan yazar, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüne, savaşın getirdiği yıkım sırasında yaşanan toplumsal kavgalara ve Yahudiler arasındaki çekişmelere yakından tanık oldu. ‘Kör Ayna‘ ile tüm bunları bize de aktarıyor.
Biraz da siyaset- sanki ‘hep’ değilmiş gibi- Tanıl Bora, kaleme aldığı bir Süleyman Demirel biyografisiyle raflarda. Türkiye’nin 1960’lardan 2000’lere uzanan siyasal tarihinin en önemli figürlerinden Süleyman Demirel, DP’nin Su İşleri Müdürlüğü’nden Cumhurbaşkanlığı’na uzun bir yol kat etti. Bu kitap, bir şahsın hayat hikâyesiyle sınırlı olmayan, Türkiye’nin 1940’lardan 2000’lere kadarki sosyal, siyasal, kültürel, zihinsel tarihinin izini süren bir anlatı.
Alfa Yayınları ‘Nasıl Okunur’ başlıklı bir seri hazırladı. Mimariden, modaya ya da eski çağlardan günümüze sanatta kullanılan sembollere kadar uzanan farklı başlıklarda bir nevi pratik bir giriş rehberi diyebiliriz. Serinin ilgi çekici kitaplarından biri de son 200 yılın temel moda trendlerini ve bunların günümüz stilleriyle ilişkisini inceleyen ‘Moda Nasıl Okunur.’ Bilirsiniz modanın ihtişamlı dünyası her daim toz pembe görünür ama arka planda tozların o kadar da pembe olmadığını görürüz. Bu kitap, geçmiş trendleri, stilleri ve teknikleri anımsamanın yanı sıra Rose Bertin, Christian Dior, Coco Chanel ve Yves Saint Laurent gibi önemli tasarımcı ve markaların kalıcı cazibesini de inceliyor. Kitaptan sonra bir de Anna Hathaway ve Meryl Streep’li ‘Şeytan Marka Giyer’ filmini izlerseniz, moda 101 kursunu başarıyla tamamladınız demektir!
Bir çocukluğa dönüş hikayesi… Mahallede oynanan oyunlar, komşular, sokaktan, vapurdan sesler… Murat Şahin ‘Esnaf Lokantası’ ile yakın geçmişe bir yolculuğa çıkarıyor okurları. Hepimize tanıdık gelen, sanki dünmüş gibi yakın geçmişten gelen bu hikayeler gülümsetiyor, geçmişi yad ettiriyorlar ancak bir yandan da hüzünlü bir yanı var. Geçmiş güzel günlerin, aslında bir daha gelmeyecek oluşunu hatırlatması… Hadi, biraz da tadımlık:
“Çocukluğum, boyları giderek yükselen ve sayısı hızla çoğalan binaların arasında geçti. Oyun alanlarımız gitgide azalıyordu. Daha sonra karşımıza dikilecek olan beton yığınlarını, o dönemde tahmin edemezdik elbette; ama şanslıydık, bizler sokakların son çocuklarıydık. ‘Sokak çocuğu’ bizim için sıradan bir sözdü; sokaklar bizimdi, biz de sokakların… Herkesin kendi mahallesinde arkadaş grubu vardı. En sevdiklerimizle kan kardeş olurduk. Üst mahalledeki çocuklarla mahalle maçı yapar ve kavga ederdik. İğdeyi, inciri, dutu, eriği dalından, üzümü asmasından yerdik. O zamanlar her evin bir bahçesi ve bahçesinde en az bir meyve ağacı vardı. Mıstık, Ali ve ben sürekli birlikte gezerdik.”
Şimdi onca iş güç, ülke gündemi, aşk sorunları, ekonomik sorunlar falan var ama müsadenizle başka bir derdimiz daha var. Hem de epey büyük bir dert. Bernie ve arkadaşları Félix, Pierre, Simon, Quentin ve Hugo’nun yaşadıkları kasabanın yakınlarına yapılacak yeni otoyol, ormandaki kulübelerinin tam ortasından geçecek. Bu ne demek biraz da açıklayalım. Yani bizim arkadaş grubunun kutsal sığınağı yıkılacak! Hemen, herkesin bir şeyler düşünmesi gerekiyor. Neyse altı arkadaşın aklına bir fikir geliyor, iklim aktivistlerinin dikkatini çekmek iyi bir fikir diye düşünüyorlar. Gerekirse e buldozerlerle savaşmaya kararlılar, o derece büyük bir direniş bu… Jean-Claude Lalumière imzalı, ‘Kulübemiz Tehlikede!’, eğlenceli olduğu kadar dayanışmanın da kıymetini gösteren bir macera.
Fotoğraf denilince akla gelen ilk isimlerden biri Susan Sontag. Hayatı boyunca eleştirel düşünce, estetik deneyim, medya kültürü, siyaset, savaş ve toplumsal cinsiyet gibi konular üzerine derinlemesine analizler yaptı ve tartışmalara katkıda bulundu. İlk kez 1973’te yayınlanan ‘Fotoğraf Üzerine’ de fotoğrafa dair en büyük katkılarından biri. Sontag, fotoğrafın en önemli isimlerinden biri ancak bu kitapta fotoğrafı ne yüceltiyor ne de küçümsüyor. Görüntülerin medyadaki kullanımının belirli siyasi, kültürel veya dinî amaçlara ve çıkarlara hizmet edip etmediğini sorgular, resim ile fotoğraf arasındaki ayrım üzerinde durur ve fotoğrafın bir sanat dalı olarak meşruiyetini tartışmaya açıyor. Kitabın en vurucu yönlerinden biri de Sontag’ın, fotoğrafın ikili doğasını ele alması. Yazar, bir yandan fotoğrafın gerçekliğe yakınlığı ve tanıklık gücüyle öne çıktığını belirtirken diğer yandan da fotoğrafın gerçeğin manipülasyonu, sahtekarlık ve ölümlülükle ilişkili olduğunu ifade ediyor.
Bazen siz de kendinizi, bu kocaman evrende küçük hatta minicik hissediyor olabilirsiniz. Kocaman ağaçlar, büyük su birikintileri neyse de upuzun binalar, dev alışveriş merkezleri daha da kötü hissettiriyor insana. Ama merak etmeyin yalnız değilsiniz, bu öyküdeki küçük kız kendisini öyle hissediyor. Ağaçlara bakıyor, çevresine bakıyor ve “Ben ne kadar da miniciğim…” diyor. Ancak sonrasında kendisi fiziğiyle küçük olup yaptıkları iyilikler ve dokunuşlarla büyük işler başarmış insanları gözlemliyor. Sonra bir fark ediyor ki aslında hiç de minicik değilmiş!