Dr. Alper Hasanoğlu, bundan böyle hafta içi günlerde bir de psikoloji yazısı yazacak. İlk yazıda, anne karnındaki bebeğin yaşadıklarının gelecekteki yaşamında ne derece etkili olduğunu tartışıyor.
Bu soruyu kendine sormamış biri var mıdır dünya üzerinde, özellikle de işler yolunda gitmediğinde. Aynı yanlışı, aynı saçma davranış biçimini hayatımızın çeşitli kritik dönemlerinde, ilişkilerimizde üstelik artık yeteri kadar tecrübe kazandığımızı düşündüğümüz bir yaş diliminde tekrarladığımızda.
“Neden bu kadar çok çalışıyorum, kendimi biraz şımartmak yerine?”
“Bu kaygı ve gereksiz tedirginlik nereden geliyor, neden kendimden emin değilim?”
“Neden bu kadar mükemmeliyetçiyim?”
“Neden hayır diyemiyorum?”
“Neden kendimi kötü hissettiğim anlarda tıkınırcasına yemek yiyorum?”
“Neden beni bu kadar suistimal etmelerine izin veriyorum?”
“Neden bu kadar çabuk suçluluk duygularında boğuluveriyorum?”
Hayatımız boyunca bizi takip eden davranış biçimlerini, belirli duygu ve düşünceleri geriye doğru takip ettiğimizde çocuklukta bunlarla ilgili izler bulabiliyoruz. Ve bu izler bizi erişkin hayatımızdaki ilişkilerimizde ve kritik yaşantılar sırasında almak zorunda olduğumuz kararlarda ummadığımız kadar çok yönlendiriyor. Öyleyse Freud büyük ölçüde haklı çocukluk yaşantılarında böyle uzun zaman geçirirken terapide. Ama yalnızca bu kadar galiba. Bunları mutlak bir şekilde cinsellikle bağlantılandırırken oldukça indirgemeci davrandığını söyleyebiliriz. Elbette, Freud’un hayatının tamamını geçirdiği 19. yüzyıl sonu, 20. Yüzyılın ilk yarısı Yahudi-Hristiyan kültüründe cinselliğin bastırılması kimi ruhsal sıkıntıların ortaya çıkmasından sorumluydu. Oysa günümüzde bırakın cinselliğin bastırılmasını, bu kadar fütursuzca yaşanıyor olması bir sorun olarak görülebilir. Ama ben bu açıdan da biraz kuşkuyla bakıyorum, çünkü bir yaşantının sorun olabilmesi için o yaşantının daha önceden bir sorun olarak tanımlanmış olması gerekir. Yoksa hiçbir şey kendi kendine sorun olmaz. Bu tanımı da biz insanlar yaptığımıza göre, belki birçok konuda olduğu gibi cinsellik konusunda yaptığımız tanımları, sorgulamaya gerek görmediğimiz ön kabulleri gözden geçirmeliyiz. İleriki yazılarda bunu sorgulayacağız elbette. Ama şimdi çocukluğun ruhumuzda bıraktığı izlerin peşine düşmek istiyorum.
Doğmadan Önce. Her anne-baba adayının bebeklerini ultrasonda ilk gördükleri anı anımsadıklarına eminim. 14 haftalık bir fetüsü ultrason ekranında görmek oldukça şaşırtıcı bir deneyimdir. Birçok hamile kadın bebeğin ilk tekmelerini hissettiği andan itibaren belirli bir bağlanma geliştirir. Bebek de anne rahmindeki ilk aylarından itibaren kendine özgü bir kişiliğe sahiptir ve çevresel uyarılara farklı farklı yanıtlar verirler.
Oysa çok kısa süre öncesine kadar bebeğin anne karnında pasif ve çevresel etkenlerden soyutlanmış bir yaşam sürdüğüne inanılır ve dış etkenlerden ve annenin duygudurumundan etkilenmediğine inanılırdı. Hatta, fiziksel olarak da acı çektiği düşünülmezdi ve 1970’li yıllara kadar anne karnındaki bebeğe uygulanan cerrahi girişimler narkozsuz yapılırdı. Yapılan çalışmalarda anne karnındaki bebeğin ağrıya karşı duyarlı olduğu gösterildi. Son yıllarda anne karnındaki bebekle ilgili birçok bilimsel çalışma yapıldı ve bu konudaki düşüncelerimizde kökten değişiklikler meydana geldi. Artık anne karnındaki bebeğin çevresiyle belirli bir alışveriş içinde olduğunu kesin olarak biliyoruz. Ultrason tekniğiyle altı aylık fetüslerde yapılan incelemelerde, kendimizden de tanıdığımız birçok davranış biçiminin ana rahmindeki bebeklerde de olduğu gösterilmiştir. Örneğin bir şey hoşlarına gitmediğinde yüzlerini buruştururlar, sinirlendiklerinde anne karnına tekme atarlar. Kendilerini tehdit edilmiş hissettiklerinde anne karnında bir köşeye sığınırlar. Kaşlarını çatarlar, yüksek seste irkilirler. Esnerler, kaşınırlar, ayrıca içinde bulundukları amniyon sıvısını da içerler.
Ana rahmindeki bebek inanamayacağımız kadar çok şey yapar. Yapılan bir araştırmaya göre fetüs en başından itibaren dışarıdaki yaşama kendini hazırlar ve bununla ilgili belirli bir belleği oluşur. 10. gebelik haftasından itibaren doğumdan sonraki yaşama hazırlık olarak nefes alıp verme hareketleri gözlenmeye başlar. 20. gebelik haftasından itibaren de duyma işlevi gelişir ve sese karşı belirli motor tepkiler gösterir. Örneğin ani yüksek ses irkilmeye neden olurken, daha düşük frekansta seslere, sesin kaynağına göre belirli bir oryantasyonla yanıt verir bebek. Fetus olgunlaştıkça basit sesler arasında ayrım yapabilme yetisini kazanır. Böylelikle doğumdan hemen sonra annenin sesini tanıma ve uygun tepkiyi gösterebilme şansına kavuşur. Doğmamış bebek anne karnında koku ve tatla ilgili tecrübeler de edinir, böylece daha sonra annesinin kokusunu tanıyabilir duruma gelmiş olur. Algılama, öğrenme, bellek, motivasyon, emosyon ve iletişim gibi temel ruhsal yapılar henüz anne karnındayken de önem taşırlar. Bu ruhsal yapılar sayesinde daha ana rahmindeyken annesi üzerine bir şeyler deneyimleyen doğmamış bebek doğduktan sonra, bu bilgiler sayesinde kendine bakacak doğru insana tepki gösterir. Bu ilk ilişki bağlanmanın da temelini oluşturan sürecin başıdır. Yani fetüs, doğmamış bebek henüz doğmadan belirli ilişki ve iletişim yetilerine sahiptir.
Peki bir fetüsün ruhsal organı hangi haftadan itibaren yeteri kadar olgunlaşmış durumdadır? Bağlanmanın başlangıcından bahsedebilmek ne zamandan itibaren mümkündür? Bilimsel olarak 12. haftanın sonuna kadar yalnızca bir hücreler kümesinden ibaret olan bebek embriyodan olarak adlandırılırken, 13. haftanın başından itibaren artık bir fetüsten bahsedilebilir.
Bilimsel olarak fetüsteki organların oluşumları sırasında organların hemen aktif olarak çalışmaya başladıkları gösterilmiştir. Yani kalp oluşmaya başladığı an çarpmaya da başlar, kollar oluşurken hareket halindedir. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, beyin hücreleri oluşmaya başladığı andan itibaren ruhsal oluşum da gerçekleşmeye başlar ve beyin hücreleri çevreyle etkileşime girerek gelişir. Bundan yola çıkarak ruhsal gelişim primitif düzeyde de olsa doğum öncesi başlar, diyebiliriz. Hollandalı embriyolog Jaap van der Wal bu konuda çok daha ileri giden bir yorum yapar. Ona göre embriyonun anne karnında kazandığı deneyimler ileriki yaşantısında nasıl hareket edeceğini, nasıl bir tutum alacağını belirleyecek kadar önemlidir. Ama bu fikrin bilimsel olarak doğrulanmış olmadığını anımsatmak isterim.
Bugün elimizde bulunan veriler genetik programların yanında anne karnındaki etkileşimlerin de çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişiminden sorumlu olduklarını göstermektedir. Annenin salgıladığı hormon, göbek bağı aracılığıyla fetüse geçer. Bebek böylece annenin dünyasının dünyasına girmiş bulunmaktadır. Günümüzde birçok nörobiyolog, bir süre öncesine kadar genetik geçişe bağlanan birçok özelliğin aslında rahimiçi gelişim koşullarının farklılığıyla bağlantılı olup olmadığını sorgulamaktadır. Örneğin gebelikte diyabet geçiren annelerin bebeklerinin de hipotalamik bölgelerindeki şeker düzeyinden sorumlu bölgenin etkilenerek, doğduktan sonra şeker hastalığına yatkınlıklarının arttırdığı gösterilmiştir. Bunun gibi gebeliğin son üç ayında depresif özellikler gösteren annelerin bebeklerinin de yüksek kortizol ve düşük dopamin düzeyine sahip oldukları gösterilmiştir. Bu da depresif annelerin çocuklarının doğumdan sonra depresyona meyilli olabilecekleri düşüncesini doğurmuştur.
Duyguların düzenlenmesinden sorumlu beyin bölgelerinin gelişimi doğumdan önce belirli bir gelişime kavuşur. Bu nedenle de fetüsün beyin gelişimi çevre uyaranlarının durumuna göre şekillenir. Çevre, yani anne endişe verici sinyaller gönderiyorsa bebek beyninin stresle, kaygıyla ve huzursuzlukla ilgili sinaptik gelişimi de ona göre olacaktır. Anne gebelikten memnunsa daha çok mutluluk ve memnuniyetle ilgili sinaptik bağlantılar oluşacaktır. Doğum öncesi dönemde aşırı düzeyde yaşanan stres, bebeğin en başından itibaren duygularını düzenleme yetisi geliştirememesiyle sonuçlanabilir.
Annenin duygusal durumu fetüsü fiziksel olarak da etkiler. Annenin hamilelik süresince endişe ve kaygı taşıması ve bunun süreklilik göstermesi bebeğin düşük doğum ağırlığıyla dünyaya gelme olasılığını arttırmaktadır. Yine başka bir çalışmada henüz hamileyken kocasını kaybetmiş kadınlarla hemen doğumdan sonra kocasını kaybetmiş kadınların bebekleri karşılaştırılmıştır. Doğumdan önce kocasını kaybetmiş kadınların çocuklarının ileriki yaşamlarında daha fazla psikotik semptomlar gösterdikleri belirlenmiştir. Hamile anneler istemeden de olsa travmalarını fetüse geçirmişlerdir.
Annenin doğmamış çocuğa karşı geliştirdiği olumsuz duyguların da çocuğun ruhsal durumunda etkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Eğer anne çocuğunun doğacak olmasına seviniyorsa bebeğin kendini emniyette ve onaylanmış hissettiği iddia edilmektedir. Anne doğmamış çocuğa karşı ne kadar reddedici ve çelişik duygular içindeyse, bebek de doğduktan sonraki 48 saat içinde o kadar çok ağlar ve apatik bir davranış biçimi sergiler. Doğum öncesiyle ilgilenen psikologlar bebeğin anne karnındayken ilk ve en önemli bağlanmayı yaşantıladıklarını belirtmektedirler. Doğum öncesi bir reddedilme bebekte ileriki hayatında kendini gösterecek varoluşsal bir yalnızlık, boşluk duyugusunun ortaya çıkmasına neden olduğu söylenmektedir. Kişi kendini toplum tarafından dışlanıyor olarak hissedebilir ve bununla ilgili hiçbir somut kanıt bulunmaz kişisel özgeçmişinde.
Almanya’da yapılan istatistiki çalışmalarda doğum yapan kadınların en az %25’inin doğum öncesi yüksek stres, depresyon ya da anksiyeteye maruz kaldıklarını göstermektedir. Bu da yenidoğanların dörtte birinin ruhsal sıkıntılara meyilli olarak hayata başladıklarını göstermektedir. Hamilelikten önce psikososyal sıkıntıları olan kadınların hamilelikleri sırasında emosyonel sorun yaşama olasılıkları üç kat daha fazladır. Bu nedenle özellikle bu kadınlara önceden müdahale etmek ruhsal sıkıntıların önlenebilmesi açısından önemlidir.
Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz.