Araştırmacı mizah yazarınız Serdar Turgut, Woody Allen'ın son filmini, New York'u terk edip yerleştiği Fransa'da ve Fransızca çektiğini görünce hüzünlenmiş.
1980’lerin başları olmalıydı, bizim okulda, New School for Social Research’de Monthly Review dergisinin yayıncısı ünlü marksist Paul Sweezy ile amerikan sosyalist hareketini önemli teorisyeni hocamız Michael Harrington arasında bir fikir tartışmasını izlemek için salona doluşmuştuk.
O toplantıdan bugüne aklıma kalan teorisyenlerin dedikleri değil onları izlemek için katılanların lafları, tavırlarıydı.
O tarihten bir süre önce kendini dünya sanatının başkenti olarak ilan eden ve bu ünvanı Paris’in elinden aldığını söyleyen 1980’lerin New York’un da salondaki seyirciler birbirlerini Menşevik ve Bolşevik diye ateşli biçimde suçlayıp gerilimli tartışmalar yapabiliyorlardı.
o günde, tarihin o döneminde Amerika’da üstelik New York’da Menşevik ve bolşevik kavramlarıyla konuşabilmenin anakronistik olabileceği o seyircilerin aklına bile gelmiyordu.
Üstelik bu kavramları kullananların durumları hayli iyi olan yahudi ailelerden oldukları ve şehrin Upper West side diye bilinen eski zengin ailelerin tercih ettikleri bölgede oturdukları da onları tanıyanlar tarafından bana anlatılmıştı.
Okuldaki toplantıyla ilgili anımı 30 Ağustos ile 9 eylül arasında düzenlenecek 80.Venedik festivaline Coup de Chance fimiyle katılacak Woody Allen filminin fragmanını izlerken hatırladım.
Evi olarak kabul ettiği New York’un ve Amerika’nın kendisine ihanet ettiğini düşündüğü için tepki koyup şehri ve ülkeyi terkeden Allen bu yeni filmini de Fransızca çekmiş.
Açıkçası bir Woody Allen filmini İngilizce alt yazı okuyarak izlemek zorunda kalmak bana yine oldukça tuhaf ve hüzünlü geldi. Çünkü Allen’ın da doğal yaşam alanı, nefes alabildiği ve yaratıcılığını tetikleyen diyar birbirlerini Menşevik ve Bolşevik diye suçlayabilen yahudilerin ağırlıklı oturduğu şehrin Upper West Side’ıydı. Central parkın bu üst batı tarafınının tarihi okunursa bu bölgenin geçmişte Troçkist yahudilerin güçlü olduğu bölge de olduğu görülebilir. Ve benim şahit olduğum tartışmadaki kişilerin dedeleri de bu tarihin bir parçasıydılar büyük ihtimalle.
Bölgedeki ideolojik olarak bölünebilen yahudi aileleri birleştirebilen bir tek kendi canlarından olarak bildikleri ve bölgenin övündüğü isim olan Woody Allen’a duydukları ortak sevgiydi.
Bu sevginin ne kadar canlı ve büyük oluğunu eğer yeni çıkmış bir Woody Allen filmini bölgedeki sinemalardan bir tanesinde seyrederseniz görebilirdiniz. Salondaki seyirci Woody Allen ismi yönetmen olarak beyaz perdeye görüldüğü anda çılgın gibi alkışlar ve ona sevgi sözcükleri bağırır, eğer filmde de yönetmek yanında rolü de varsa o ilk sahnesinde görüldüğü anda seyirci nerdeyse yerinde oturamayacak kadar heyecanlanır.
Ben de bu sevgiye coşkuya defalarca şahit olduğumdan bu kitlenin Woody Allen’ı katiyen yalnız bırakmayacağına ve kendi yüreğine bastığı çocuğu olarak gördüğü Allen’ı ona düşman olanlara yedirmeyeceğine inanmıştım.
Ama ben de, Woody Allen da bu konuda yanıldık çünkü o ateşli insanlar çok sevdikleri belli olan Allen’a yeterince sahip çıkamadılar.
Yine bir gün New York’ta bir yaz gün bu defa Manhattan’da bir kafede otururken önüme açmış olduğum New York Post gazetesinde Mia Farrow’un eşi Woody Allen’in çocuklarına tacizde bulunduğu suçlaması haberi vardı. o günden sonra şehirde nerdeyse kültürel iç savaş başladı.
bir tarafta kadının doğruyu söylediğine sananlar, öte tarafta benim gibi ‘Woody Allen çok ahlaklı bir insan olmayabilir ama kendi çocuğuna tacizde bulunacak adam da olması mümkün değil’ diyenleri de içinde bulunduran Allen’ı tutan grup vardı.
Mİa Farrow da bir Upper West Side insanıydı. Üstelik Harvey Weinstein skandalını ortaya çıkaran oğlu Ronan Farrow bölgedeki hemen her evin abone olduğu New Yorker dergisinde yazan bir gazeteciydi ve bu skandalda annesinin yanında yer alan yazılar da yazıyordu.
Bölgenin insanı yavaştan Woody Allen’dan uzaklaşmaya başladı ve insanların sevgileri onu savunmaya yetemedi.
Sonunda Woody Allen bölgenin ihanetine isyan etti ve şehri ve ülkeyi terk etti.
Şimdi fransızca çektiği film Venedik festivalinde ilk kez gösterilecek. bu defa film New York’da Upper west side sinemalarında gösterildiğinde seyircinin tepkisi ne olacak bilemiyorum.
Ama hakkında mahkemede verilmiş bir karar olmasa da suçlamalar onun peşini Venedik’te de bırakmıyor.
Woody Allen yanında Roman Polanski ve Luc Beson gibi yine geçmişte tacizle suçlanmış yönetmenlerin filmlerinin festivale kabul edilmeleri büyük tartışma yaratmış yine.
Coup de chance yanısıra Roman Polanski’nin “The Palace” ve Luc Besson’un “Dogman” filmleri Venedik Film Festivalinde gösterilecek.
Jüri başkanlığını “La La Land” filminin ödüllü yönetmeni Damien Chazelle’in üstlendiği festivalde bu defa ödülün kime verileceği zor bir karar olacak gibi gözüküyor.
Açıkçası ben bu defa Allen’ın ödülü alabilmesinin filminin adı gibi biraz şansa kalmış olduğunu düşünüyorum çünkü o New York’un o semtinde yaşamazsa, o kültürden beslenemezse alıştığımız türde güzel filmler mümkün değil yapamaz diye düşünüyorum.
bakalım yanılıyor muyum, yakında göreceğiz.
Palyaçoların hüzünlü anlarını gösteren fotoğraflar ,resimler sanat tarihinin önemli parçasıdırlar. Sizleri her yazısında biraz olsun gülümsetebilmeyi kariyerinin zirvesi olarak gören bir yazarın bu yazısını palyaçonun hüzünlü bir anında kameraya yakalanması durumu olarak görün.
Hem de kim bilir Kevin Spacey’in beraat ettiği ve Johny Depp’in kazandığı davadaki mücadelesinin Netflix’de (Depp v. Heard) çok izlendiği bir dönemde tacizle haksız suçlananların suçsuzluğunun görüleceği bir dönem de başlıyor olabilir belki. O zaman da belki Woody Allen da Upper West side’a geri döner de ben de bir komedyenden ötekine Allen’ın hak ettiği bir mizah yazısı da yazarım inşallah.