Şimdi önce bu şapkaya ve üstündeki isimlere bakın…
Sonra anlatacağım filme bir bakalım.
Sonra yine bu şapkaya dönelim…
Bu pazar bir film seyrettim.
Benim için sinemaya ait her şey değişti…
Duygularını ancak abartarak anlatabilen bir insanım.
Diyorum ya, “Seviyorum” demek yetmez bana…
“Geberiyorum” demem lazım…
Son günlerde üstüne çok yazı yazılan bir filmdi…
“Poor Things…”
Türkçeye “Zavallılar” diye çevrilmiş…
Hayatım boyunca, yani bugüne kadar seyrettiğim en güzel filmdi diyebilir miyim…
Diyebilirim.
Citizen Kane… Yurttaş Kane filmi…
Evet tarihi bir başeser… Koy bir kenara…
Blade Runner… Benim için 1980’ler yeni sinema devrimini açan film…
Onu da koy bir kenara…
Zaten bu filmde ondan bir şeyler var.
Venedik’te Ölüm…
Bana “İzmirin Kahramanlar semtinde işçi çocuğu olarak doğdum burjuva olarak öleceğim” dedirten film.
Bir estetik şaheseri… Üstelik gerisinde Thomas Mann gibi bir yazar var.
Bu filmde de Visconti estetiği vardı zaten…
Wes Anderson…
Bana göre bütün filmleri birer şaheser…
Onun da ilerisinde bir şey bu film.
Barbie’yi çok sevmiştim…
Ama bu film bambaşka bir şey…
Yorgos Lanthimos bir “Başeserlerin başeseri “yaratmış.
Emma Stone’a zaten bitiyordum…
Kendini de aşmış.
Marc Ruffalo…
Müthiş…
Ve özellikle Willem Dafoe…
1986’da “Platoon (Müfreze) filminden beri hayranıyım.
Mükemmel bir casting yani…
Bu film sinemada yeni bir dönemin başlangıcı…
Zaman, mekan, mantık, ahlak, dürüstlük kitaplarının yeniden yazılacağı bir dönemin başlangıcı…
Nitekim ilk etkisi Jennifer Lopez’in geçen cuma Amazon Prime Video’da yayına giren “This is Me” filmi olmuş galiba.
Özellikle filmin ilk şarkı klip bölümü…
Evet, çünkü bu film aklımıza şu şeytani soruyu sokuyor:
“Üzerimize basan bu ahlakın kitaplarını kim yazıyor?”
Kişiliği oluşmuş yetişkin bir insanın beynine henüz doğmuş bir bebeğin beyni yerleştirilirse ne olur?
Filmde görüyoruz…
Çocukça sorulan çok basit sorular bize ahlak diye empoze edilen kuralları bir saniyede paramparça ediyor.
Meğer çok önemsediğimiz, kendimizi uymak zorunda hissettiğimiz o mahalle baskıları ve kurallar çocukça bir soruyla alt üst olacak kadar temelsizmiş…
Ne yazık ki…
Mı diyelim…
Yoksa “Allahtan böyle” mi diyelim…
Zengin, ayrıcalıklı, hiçbir sorunu oymayan bir transatlantikten aşağılarda, çok aşağılarda yaşayan insanlara baktığımızda gördüğümüz şey küçücük varlıklar oluyor…
Ama Borges sınıflandırmalarındaki gibi, uzaktan baktığımızda küçük gördüğümüz “şeylerin” yakından baktığımızda çok zavallı küçük insanlar olduğunu görüyorsak ne yapmak lazım…
O çok yüksek refah transatlantiklerinin lüks kamaralarından çıkıp aşağılara inmek değil mi yapmamız gereken…
Ya bunu büyümüş insanların büyümüş beyinleri yapamıyorsa…İnemiyorlarsa o konforlu dünyalarından aşağılara…
Ve bir gün onlardan birinin bedenine yerleştirilen bir bebek beyni aşağılara inip o zavallı insanların zavallılıklarını görebiliyorsa…
Ve bu filmi seyrettiğiniz gün ‘Economist’ dergisinin bu haftaki kapağı önünüze gelmişse…
Bir şapka ve üzerinde bazı isimler…
Bazı ülkelerin isimleri…
Macaristan… İtalya… Fransa… İsrail… Almanya… Hollanda… Polonya…
Sen bunlara Hindistan’ı da ekle…
Çin’i ekle…
Rusya’yı ekle…
Sonra o ülkelerin yanına o şapkayı takan liderlerinin isimlerini yaz…
Trump, Netanyahu, Putin…
Hepsi büyümüş, ergen, çoğu da 70 Plus yaşlı insanlar…
Hepsinin sloganı aynı:
“Ülkeni yeniden büyük yap…”
Yani…
Geçmişteki gibi…
Yani bazılarının o eski imparatorluk, Çarlık, sömürgecilik yıllarına…
Yani insanlığın başına iki büyük savaş felaketini getiren 20’inci Yüzyılın o uğursuz, despot, gaddar, zalim ilk 40 yılına…
Ve bir de dünyanın 21’inci Yüzyıl’daki şu zavallı haline bir bak.
Hepsinde bu dünyayı felakete sürüklemiş 20’inci Yüzyılın ilk yarısının siyasi yapıları yeniden yükseliyor.
Kimi o eski zalim yıllarına dönmek istiyor.
Kimi ise o günlerde mazlumken şimdi zalime dönüşmüş.
Irkçılık, saldırganlık, İnsan Haklarına saygısızlık, Adaletsizlik…
Bazılarında akıl almaz yolsuzluk…
Yeniden bir dünya savaşına doğru sürükleniyoruz…
Ve işte o zaman sinema salonunun daha kapısında o hınzır soru aklınıza yerleşiyor…
Bu şapkanın altındaki kafaların içine birer Bella Baxter beyni konsa…
Bir bebek beyni yani…
Bugün artık ahlaksızlık haline gelen yerleşik ahlakları gibi güçlü popülist rejimleri de bir iki çocuk sorusuyla yerle bir olabilir miydi acaba…
Manasız bir soru işte…
Sırf bu manasız soruyu sormak için bu filmi seyretmeye değer…
İlk Frankenstein romanını Mary Shelley yazmıştı.
Bir kadının yarattığı zavallı bir erkekti kahramanı…
Poor Things’in yazarı ise Alastair Gray…
İskoçyalı bir erkek…
Onun yarattığı kahraman ise güçlü ve feminist bir kadın…
Kısaca…
Lanthimos bu filmi ile kafamı altüst etti…
Galiba bugün yaşadığım korkuları atmak için bana da bir bebek beyni lazım…