Bebek’te belki her hafta en az bir defa önünden geçtiğim bir tekne.
İlk defa fark ediyorum…
Meğer adı Thomas Mann’mış…
Beni en çok etkileyen yazarlardan birinin adını taşıyan teknenin önünden geçiyormuşum ve hiç fark etmemişim.
“Venedik’te Ölüm,” “Tonia Kroger,” “Büyülü Dağ,” “Buddenbrook Ailesi…”
Sonra gözümü yandaki tekneye kaydırıyorum…
Onun adı da Stefan Zweig…
“Haydii” diyorum ve gözüm otomatik olarak bir yandaki tekneye kayıyor…
Onun da adı “Herman Hesse…”
“Siddharta”nın yazarı…
Ve dördüncü tekne…
Onun adı da Kafka…
“Metamorfoz,” “Ceza Sömürgesi”nin yazarı Franz Kafka…
İnanabiliyor musunuz, bu dört tekne Bebek’te yan yana demirli…
Thomas Mann, Herman Hesse, Stefan Zweig ve Kafka…
Günlük geziler için kiraya verilen dört tekneymiş.
Sahibi İstanbul Erkek Lisesi mezunu tekstilci Tarık Kutluca’ymış.
İşte o teknede bir arkadaş grubu toplandık, sohbet ediyoruz.
Aramızda gazeteciler, iş insanları var.
Bir de Hasan Cemal…
Tabii konu onun çıkan yeni kitabına geliyor.
Ve “Hasan Abi” bir anda gecenin yıldızı oluyor.
Kitap 2018 yılının başında Hasan Cemal’in bir süre yurtdışına gidip bazı şehirlerden yazdığı bir günlük/ defter gibi…
18 Ocak’ta İstanbul’da başlıyor, sonra Bremen, Berlin, Krakow, Gdansk, devam ediyor.
Eşi Ayşe “Hasan, bak kitabın çıktı, hadi pasaportun da hala elindeyken git dolaş yurtdışında ve yazı yazmayı da kes, hepimiz rahat edelim” demiş…
Tabii siz de anlamışsınızdır.
Bir eş endişesi bu cümleler.
Hasan Abi’ye o günlerde Cumhurbaşkanına hakaretten dava açılmış.
Hapis cezası riski Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor başının üzerinde.
Kitap işte o duygularla yazılmış.
Bugünün gençlerine ne der pek bilemiyorum ama bizim neslimizin derin düş kırıklığının ve hüsranının güncesi olmuş.
Yazıların çoğunu okumuştum, ama böyle tematik bir bütünlük içinde okuyunca bana çok tanıdık bir yakın geçmiş ve tanıyacağımız bir yakın geleceği çok güzel anlattı.
Hele hele ufukta “etki ajanlığı” diye bir ucube de görününce böyle kitaplar artık son hezeyanlarımız haline gelebilir.
Kitabın 285’inci sayfasına kadar böyle bir duyguyla okudum.
Ama 285’inci sayfada öyle bir yazı var ki…
Onu anlatacağım….
Çünkü o sayfadan itibaren kendimi tutamadım ve ağlamaya başladım.
Çünkü “ağlayabilmek” artık ender sığınaklardan biri artık.
Yazının üstündeki tarih 20 Ekim 2018…
Başlığı da şu:
“Osman Kavala hakkında iddianame bile olmadan bir yıldır hapiste…”
Meğer o zamanlar insan hayatında bir yıl önemli sayılıyormuş dedim.
Adaletsiz bir yıl hapiste kalmak içinizde nasıl bir isyana yol açıyormuş…
Bugün 14 Kasım 2024….
Osman Kavala hala hapiste…
Demek ki o yazının üzerinden altı karanlık yıl daha geçmiş ve yedi yıl olmuş…
2555 gün….
Onu okurken kitaptaki başka bir yazıya dönüyorum…
Selahattin Demirtaş…
4 Kasım 2016’da tutuklanmış…
Demek ki dokuz yıldır hapiste……
Tam 3285 gün….
Ne itirazlar, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, ne Anayasa Mahkemesi kararları…
Kimse iplememiş…
Öyle bir dokuz yıl ki…
Türkiye Hukukun Üstünlüğü sıralamasında dünya ülkeleri arasında adeta serbest düşüşle 117’inci sıraya düşmüş…
Hukuk çukurunun, vicdan denen şeyin çukurununsa dibinde….
Aynı çukurda aynı hizada bizimle kimler var diye bakıyorum…
Madura’nın Venezuelası, Taliban’ın Afganistanı, İslamcıların elinde inim inleyen Pakistan, uyuşturucu kartellerinin müstemlekeye çevirdiği Meksika, başını açan çocuklarını hapishanelerde süründüren, ailelerine bile haber vermeden idam eden İran…
Bizimle birlikte adalet çukurunun dibindekiler işte bunlar…
Yeni muhitimiz, kader haline dönüşmüş yeni coğrafyamız burası.
Hasan Cemal öfkesini meçhule yaptığı şu haykırışla dile getiriyor…
“Hiç mi utanma yok…”
Dikkat edin cümlenin öznesi yok…
Şu veya bu insana seslenmiyor…
O hakim bu hakim, şu siyasetçi bu siyasetçi değil adresi…
Yani kimse durumdan vazife çıkarmasın.
Adresi hepimiz…
“Hiç mi utanmıyoruz” diyor bu cümle…
Ben öyle demiyorum…
Sadece “Hiç mi vicdanımız yok… Kemirgen bir erselik canlı gibi kendi kendimize adalet duygumuzu kemirdik mi…”
Ben işte böyle diyorum…
Dokuz yıl…
3285 gün…
Hadi oturun bir empati yapın bu insanlarla…
Osman Kavala 67 yaşında…
Benden 10 yıl sonra, 1957’de doğmuş.
Hayatının yedi yılı hapiste geçmiş.
Yani nefes alıp verdiği her yedi günün biri….
Hayatının yedi yaş gününü nedenini bilmediği bir Kafka davasının ceza sömürgesinde kaybetmiş.
Selahattin Demirtaş 1973’te doğmuş. 51 yaşında…
Daha yarısına gelmiş bir hayatın dokuz yılı geçmiş o hapiste…
Yani nefes alıp verdiği her beş günün biri…
Hayatının dokuz yaş gününü dört duvar arasında geçirmiş…
Özgürlüğünden, eşinden çocuğundan ailesinden, yaşayabileceği güzel günlerden insafsızca çalınmış 3285 gün…
Yapın bakalım empatiyi yapabiliyorsanız…
Daha ikinci günde pes eder, bitap düşersiniz.
Hasan Cemal’in kitabını okuyorum….
Her sayfası böyle elem verici hayat bilgisi dersleriyle dolu…
Bizler hala bir avuç özgürlüğün imtiyazlı insanları olarak dışarıdayız.
Gezi davasından içerde olanlar, binlerce siyasi mahkum…
Yanı başımızda bir çalınmış hayatlar antolojisi, yaşayıp gidiyoruz bu ızdırap verici simbiosis hayatı…
Kitabı okurken asıl bu cezaları verenleri düşündüm.
Onlarla empati yapmaya çalıştım.
Bu kararları verenler kendileri gerçekten samimi olarak inanıyor mı verdikleri cezaların adaletine…
Geceleri vicdanlarının küçücük bir yerine bir kılçık gibi takılmıyor mudur o iddianameler, o ağırlaştırılmış müebbetler…
Kendi başlarına kaldıklarında ne düşünüyorlardır çok merak ediyorum…
“Bu kadarı da çok olmadı mı” gibi küçücük masum bir soru çınlamıyor mudur kulaklarında…
Yan taraftaki teknenin adına takılıyorum yine…
Stefan Zweig…
Nazi rejiminden kaçıp sürgünde intihar eden bir yazar.
Tesadüf Hasan Cemal’in kitabının girişinde onun bir yazısına atıf var…
Şöyle diyor Zweig:
“Günün birinde adaletin kaba gücü yeneceğine ve barış dolu yepyeni bir dünyanın doğacağına inanan insanlar inançlarını yitirmedi mi? Bizler o kadar çok hayal kırıklığı yaşadık ki heyecan ve coşkuyla yeni bir geleceği ümit edemiyoruz…”
Bu hafta bazı arkadaşlarla konuştum.
Geçmişte fikir ayrılıklarımıza rağmen entelektüel vicdanını hep takdirle izlediğim Ali Bayramoğlu mesela…
Telefonda sohbet ettik…
Kendisini neredeyse gönüllü bir yalnızlığa hapsetmiş.
Gelibolu ile ilgili bir kitap üzerinde çalışıyormuş.
Çok değil 2000’lerin başında “Demokrasinin dönülmez ufkundayız” demeye başlamıştık.
Bir daha askeri darbeli günlere dönüş olamayacağını düşünüyorduk.
Bugün… 24 yıl sonra neredeyse hepimiz derin bir düş kırıklığı içindeyiz.
Sadece bizim mahallemizde mi var bu düş kırıklığı?
Muhafazakar kesimin son zamanlarda daha da dikkat çeken yazarı Tarık Çelenk’le evde kahve içtik, uzun uzun konuştuk.
O da aynı duyguları yaşıyor…
İslami kesimin en muhafazakar insanlarından biri, ilahiyatçı Ali Rıza Demircan geçen gün X’te bir paylaşım yaptı.
Şöyle diyor:
“Artık Erdoğan’a oy vermeyeceğim. Ahiretime zarar vermek istemiyorum…”
Çoğumuz 70’li yaşlarımızı geçtik.
Hepimizin önünde artık kısa bir hayat var.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da 70’i geçti…
Günlerimiz, tek tek her bir günümüz daha kıymetli artık…
Öyle olunca başkalarının hayatlarındaki “arta kalan zamanın” kıymetini de anlamaya çalışmalıyız biraz.
Değil mi…
Toplumun vicdanına sığmayan kararlarla çalınmış yedi yılların, gasp edilmiş dokuz yılların nasıl bir şey olduğunu hep birlikte hissetmeye çalışmalıyız.
Belki de bazılarımızın önünde öyle bir yedi yıl bile yok.
Merak ediyorum.
Ali Rıza Demircan gibi bir ilahiyatçının vicdanına sığmayan bu kararlar aynı itikada sahip iktidar mensuplarının vicdanına nasıl sığabiliyor…
Ne yazık ki umutlarımızın “uzay ufku”nu geçiyoruz yavaş yavaş…
Geri dönüşü olmayan bir boşluğa doğru gidiyor bir ülkenin umutları, vicdanı, empatileri…
Uzay ufkunda geriye bugün bazı insanlara yaşatılan bu zulmü sonsuza kadar anlatacak donmuş bir fotoğraf kalıyor sadece.
Türkiye Yüzyılı uzay ufkunda kalan bu fotoğraf mı olacak yani…
Bir düşünün…
Keşke hep birlikte düşünebilsek…
HASAN CEMAL: “Zamane Diktatörleri”, SRC Kitap, Ekim 2024
26 Aralık 2024 - Sayın Ali başkanım, yılbaşı gecesi kırmızı boxer külot giyebilir miyim?
25 Aralık 2024 - Türk halkı bu iki tuhaf kelimeyi 75 yıl sonra nasıl tersine çevirdi
24 Aralık 2024 - Başörtülü kadının kelepçelendiği gece Ankara ve Manisa’da yaşanan üç olay
21 Aralık 2024 - Bu 32 blucin efsanesinden kaçını tanıyorsunuz?