Dünden beri şaşkınlık içindeyim…
Elimdeki kitabı hayretle okuyor, her sayfasında karşıma çıkan cümlelerin altını çiziyorum.
Kitap bittiğinde kıvrılmış sayfaları ile harabeye dönmüştü…
Bülent Ecevit”le genç bir öğretim üyesiyken 1977 yılında tanıştım. 1979 ara seçimlerinde danışmanıydım.
CHP teşkilatının sloganlarını çıkaran “Zor Günleri Halkla Birlikte Aşacağız” parti kitabını ben yazdım.
12 Eylül’den sonra da Ecevit”in yanında kalan 6-7 aydından biriydim. Birlikte Arayış dergisini çıkardık. O yasaklandıktan sonra 46 hafta boyunca baş yazıları imzasız olarak ben yazdım.
Sonra gazeteciliğe başladım. Öldüğü güne kadar da yakınlığımız devam etti.
Hayatımda gördüğüm en zarif insanlardan biriydi.
Ağzından tek kelime argo işitmedim. Ölünceye kadar bana “Sayın Özkök” diye hitap etti, ben ona Bülent Bey dedim.
İnsanı incitecek, rencide edecek tek kelime kullanmadı onca yıl boyunca…
Onun için rahatlıkla “Bütün dünyanın en zarif, en dikkatli, en saygılı siyasetçisi” diyebilirim.
Fıkra anlattığını hiç duymadım. Para kelimesinin onun lugatında yeri olmadığını düşündüm hep.
Oysa dün bitirdiğim kitapta bizzat kendi kaleminden öyle bir Ecevit okuyorum ki küçük dilimi yutacağım.
Tanıdığım Ecevit’le taban tabana zıt bir karakter var dünden beri karşımda….
Muzip, esprili, kendiyle ve hayatla dalga geçen, kelime oyunu, yeni kavram yaratmayı seven, dedikoducu, “Ulan”kelimesini rahatlıkla kullanan…
Ama yaşadığı evi hapishane gibi gören,
Sürekli para sıkıntısı çeken ve daha iyi para kazanmak isteyen,
Ne eğitimi yapacağına bir türlü karar veremeyen, siyasetle yakın uzak hiçbir ilişkisi olmayan…
Ve çok derin Allah inancı olan bir karakter…
Aynı zamanda “Absürditeyi” seven post modern bir dadaist…
Kendi ağzından. Kendi kaleminden size bu hiç tanımadığımız şaşırtıcı Ecevit’i anlatacağım.
Ama önce bu kitabın ne olduğunu anlatayım.
Bülent Ecevit Robert Kolej’de okurken en yakın arkadaş grubu şu kişilerden oluşuyormuş.
Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın oğlu Tunç Yalman, sonradan eşi olacak Rahşan Aral, sonradan İstanbul Belediye başkanı olacak Ahmet İsvan, gazeteci Altemur Kılıç, sonradan Cerrahi Dergahının ABD’deki şeyhi olacak Tosun Bekir Bayraktaroğlu, modern pazarlama araştırmalarını Türkiye’ye sokan Nezih Neyzi…
Ecevit Ankara’ya döner ve 1944-45 yılları arasında neredeyse her gün Tunç Yalman’a mektuplar yazar.
Tunç Yalman 2006 yılında öldükten sonra bu mektuplar sahaflar aracılığıyla satılır.
Alper Çeker bu mektupları sahaflardan alır ve bugüne kadar saklar.
Mektuplarda adı geçenlerin hiçbiri artık hayatta değil.
Ve işte sahafta bulunan bu mektuplar bu ay Timaş yayınları tarafından yayınlandı.
Buyurun o hiç tanımadığımız Ecevit’i birlikte tanıyalım.
İlk mektupta onu Amerikalı yazar Truman Capote’nin tarzına benzer bir üslupla okuyoruz:
“Pazartesi günü Seraplara akşam çayına davetli idim; aman efendim çay bir güzeldi bir güzeldi sormayın; envai çeşit pastadan tutun da “Zümrütanka”ya kadar olmadık yoktu. Fakat çaya geçen sene kolejden ayrılan Serapla arkadaş, bir kuzinim de beraberinde geldiği için, Zümrütanka’dan hiçbir ilahi sır alamadım. Ne o öttü ne ben söyledim. Fakat hiç değilse çölde bir bardak su içmiş gibi oldum.”
Bu arada “Sait Faik ayyaşmış” gibi edebi dedikodulara da rastlıyoruz.
17 Eylül 1944 günkü ilk mektubunda, tarihin altında yazıldığı yer olarak şu kelime var:
“Rahşanapoli…”
Kitabın sonuna kadar hiç bitmeyecek Rahşan adını ilk defa ilk sayfada burada görüyoruz…
Rahşan adı açıkça ilk defa bundan bir ay sonra 20 Ekim 1944 günü yazdığı mektupta ortaya çıkıyor:
“Seraplardan beri Rahşan’la görüşemedik. (Şimdiye kadar ihtiyaten adını kullanmaya cesaret edemiyordum… Ama ondan adıyla bahsedebilmek ihtiyaç halini aldı.)”
Ama adını en güçlü olarak kitabın 208’inci sayfasında görüyoruz:
“Ben Rahşanı seviyorum…”
Ecevit’in Ankara bürokrasisine bakışı da ilginç.
Robert Kolej’deki arkadaş grubu için şunları söylüyor:
“Dünyada bizim teşkil ettiğimiz üstün grup yoktur diye, bize öyle geliyor derdin. Dilerim bir kaç gün benim halime gelirsin, bak nasıl anlayacaksın bunun doğruluğunu. Yahu o kadar koca koca adamlar devlet idaresinde mühim rol oynayan insanlar görüyorum bir tek bizim seviyemize yaklaşanı görmedim, isterse alim olsun, dahi olsun beş para etmezler. Gerçek dahi bizim grubumuz.
Kimsenin hakimi mizahtan haberi yok…
Kısacası kimsede iş yok.”
Mektuplarda Latin Amerikan anlatı geleneğinde gördüğümüz absürd cümleler var.
Mesela şu satırlar:
“Hadi Tunç! Biraz kulağını bana yaklaştırır mısın, bir şey söyleyeceğim.”
İleriki mektuplarda ise boş sayfalar bırakıp üzerine “Burası beyaz perdedir. Sinema oynatılacak”, “Buraya resim yapılacak” gibi kısa cümleler yazıyor.
Mektuplardaki en ilginç yerlerden biri bir yaşam ütopyası, kendine ait bir Atlantis kurma arzusunu yazdığı bölümlerdi.
“Ya Ankara ya İstanbul civarında biraz topraklanalım. Ve bu -epey varisi olacak- toprakta bir çiftlik kuralım. Ve yakınında hep beraber yemek yemek ve oturmak üzere bir bina inşa edelim. Gıdamızı temin edecek bu çiftlik varken başka yerden para kazanmaya ihtiyaç duymayız. Ancak çiftlikte hepimiz günde bir kaç saat (en iyisi sabahtan öğlene kadar) ziraatçi olacaklarımız efendice, gerisi amele gibi (ki dünyanın en iyi ve en tabii sporu) çalışırız. Öğleden sonra gece yatıncaya kadar da okuruz, yazarız, çizeriz, isteyenimiz yağlı boya resim yapar, piyano çalar, ara sıra hep beraber konuşuruz, münakaşa ederiz. Çiftlik istihsalimizin piyasaya aktarılmasını Nezih ve Üstün firması üzerine alır, onları amelelik işinden azad ederiz.”
Bu yazılanlar bana 1970’lerde gelecek olan Hippilerin komünal ütopyası gibi geldi. İsteyen ilk köy kent projesi de diyebilir.
Benim için en şaşırtıcı şeylerden biri bütün mektuplar boyunca hep parasızlıktan şikayet etmesi, çalıştığı yerlerde yöneticilerden hep maaşını arttırmasını talep etmesi oldu:
“Yavaş yavaş şifa buluyor gibiyim. Hayatla aramdaki sulh müzakereleri tatmin edici bir safhaya döküleceğe benziyor. Amma gine de “işallah.”(İnşallah kelimesini hep böyle yazıyor)
Buna sebep ne bilir misin? Para! Nihayet anladım ki artık bu eşşoğlueşşekmiş hayatın hakimi… Ne dersek diyelim onun tebaasıyız.
Eşşeoğlueşşek yüzüme biraz sırıtınca bendenizin ağzı kulaklarına vardı.”
Ecevit’i 50 yıla yakın bir süre Türk siyasetinde izledik.
Onun bizde bıraktığı izlenim hep çok nötr bir cinsellik oldu. Neredeyse aseksüel diyebileceğimiz bir profildi bu.
Tunç Yalman’a yazdığı mektuplarda sık sık ona kitaplar tavsiye ediyor, kendi okuduklarını anlatıyor. İşte o kitaplardan biri özellikle şaşırttı beni.
Tunç Yalman’a “Thomas Mann’ın Tonio Kröger’ini bul ve oku” diye yazıyor.
Thomas Mann estetikle cinsellik arasındaki çok ince çizginin ilk işaretlerini “Venedik”te Ölüm” kitabında verir. Gay yanını çok üstü örtülü biçimde “dolaptan çıkardığı” kitabıdır o. Tonio Kröger ise bir nevi o kitaba giriştir. Mahalledeki erkek arkadaşlarına olan ilgisinin silik çizgilerini ilk olarak o novellada verir.
Aynı mektupta tavsiye ettiği ikinci kitap ise Thornton Wilder’ın “The Woman of Andros”u… “100 de 100 okumalısın” diyor. O kitap da Hazreti İsa’nın doğumundan hemen önce Akdeniz’de hayali bir adada geçer. Toplumla bireyin ahlaki çatışmalarının izleri vardır o romanda da.
Kitapta adı geçen yazarlardan biri de Oscar Wilde… Bu kitaplar da Ecevit’in bizden özenle sakladığı bir yanını ortaya koyuyor…
Yani “İnsan Ecevit’i…”
Klasik müziği çok seviyor. Ankara Devlet Tiyatro Mektebi öğrencilerinin sahnelediği “Figaro’nun Düğünü” operasına iki gece üst üste gidiyor. Ama evde radyoda ne zaman klasik müzik dinlemeye kalksa babası radyoyu kapatıyor veya başka bir kanalda ya suzinak fasıla ya da Nihad Esengil’in saksofon sololarına geçiyor.
Ecevit o sıkıntıyı şöyle anlatıyor:
“Akşamları yemek sofrasındaki halime Rainer Maria Rilke’nin “Genç Bir Şaire Mektuplar” kitabının arkasındaki bir makalede rastladığım için kabahatin bende olmadığını, benim haklı olduğumu görerek sevindim.”
Mektuplarında sık sık anne ve babasının evindeki boğucu ortamı anlatıyor. Bu ortamın onu “intihara kadar sürükleyebileceğini” açıkça yazıyor.
Ankara’yı hiç sevmiyor. “Rahşan”a rağmen hiç sevmiyorum; biz Ankara’yı sevmiyoruz, biz Ankara’da bunalıyoruz, kaçmak istiyoruz. Biz evde delilik nöbetleri geçiriyoruz, kurtarın beni; dilimle ağzımın yan duvarlarını ısırıp duruyorum” diye haykırıyor mektuplarda.
Bir de ideolojik takıntıları başlıyor:
“Bizim kılığımız burjuva ola ola kendimizin de burjuva olmamız bir ihtimal; öbür ihtimalse delirmek. Halbuki ben ikisini de istemiyorum.”
Robert Kolej gibi bir okulu bitiriyor ama ne eğitim yapacağına bir türlü karar veremiyor.
Önce Hukuk Fakültesi diyor. Sonra Ziraat Mektebi’ne gideyim diyor.
Hayır Ankara’da jeoloji okuyayım diye düşünüyor…
Vazgeçiyor Dil Fakültesine gidiyor, filoloji okumak istiyor, Latince, eski Yunanca, “ilave ders olarak da felsefe tarihi, Eski Çağ tarihi…
“Netice… Antika olacağım” diyor.
Rahşan Aral’ın ailesi maliye ve muhasebe okumasını şart koşuyor…
İşle ilgili duyguları sanki “Kürk Mantolu Madonna”nın veya bir Kafka romanının kahramanı gibi:
“İşe başlayalı beri üzerimde bir hal belirmeye başladı, bir hödüklük hali… İçerimden yavaş yavaş çok sevdiğim bir şey çıkıp uzaklaşmada sanıyordum: ruhum bir eşekleşiyor, hayvanlaşıyor, şehirlileşiyordum. Daireleşiyordum.”
Bu arada çeşitli mektuplarında sık sık iş yerinin onu “Öküzleştirdiğini” anlatıyor.
Şu cümlelere bakar mısınız:
“Şimdi çalıştığım yeni odadaki yeni dairedaşlar şair olduğumu bilmiyor, ben de öğrenmesinler istiyorum. Çünkü bu suretle öküzlüğümü daha sarahatle test edebiliyorum. Neticeler iyi gidiyor.”
Yani bir adım daha gitse “Gregor Samsalaşıyordum” diyecek.
Ecevit’in çeşitli mektuplarına yayılmış güçlü bir Allah şuuru var.
“Allah-yahut kimine göre sadece tabiat- karşısında bir yücelik duyusuyla daima en hayran kalınan şeydir” diyor.
Mektuplarda siyasi olarak gördüğümüz ilk ve son cümleler “Allah ve Komünizm” üzerine…
Bir mektupta şöyle bir cümlesi var:
“Artık hem beni affetmesi hem de koruması için Allah’a ihtiyacım büsbütün arttı.”
Ancak Allah ve komünizmle ilgili düşünceleri biraz karışık ve anlaması zor:
“Bu kurulacak olan komünizmde Allah’ın maksadı hasıl olamaz, çünkü o robot köleler sınıfı vücut bulamadıkça Allah insanları kör tutmaya mecburdur ki lağımcılık, şoförlük, mütercimlik, muhasebecilik etmek mecburiyeti onları aşırı derecede bedbaht etmesin.
Bilakis bugün kurulacak Komünizm insanları bedbaht edebilir; Çünkü ortadan, Allahın insanların gözüne bağ olarak kullandığı gayeler kalkacağı halde henüz insanların kör olma mecburiyeti devam edecektir. Ve o zaman Allah insanlığı bu tenakuzdan kurtarmak için yine -yer yüzüne- hayvanlaştıracaktır; Rusya’da yaptığı gibi… Allah Rusya’daki tecrübeyi muvaffak etmedi işte. Ve her makul insanın aklı yattığı halde, bunun içindir ki insanlığa henüz komünist olmak imkanını bahşetmiyor.”
Birçok mektupta absürd edebiyat denemeleri var.
Bunları gır gır olsun diye mi yazıyor, yoksa gerçekten Ionesco tarzı bir şey mi yapmak istiyor, anlamadım.
Mesela “Bir tecrid ve dört ölüm” başlıklı tek perdelik bir piyes yazmış.
Birkaç satırı aktarayım: (Numaralara dikkat)
1. Kurbağalar ölsün mü istiyorsun?
2. Hayır diyorum, boyları uzasın yeter.
3. Ölülerin boyu göğe kadar uzamıştı.
2. Sen de gözlerini yumsan iyi edersin, musibet
3. Hayır ben seni görmek istiyorum.
1. Beni de görmek istemiyor musun?
3. Sen kimsin?
1. Ayna
3. Dur seni süsleyeceğim.
1. Benim için şu kurbağaları da öldür.
3. Bunu istemiyorsan sen ol.
2. Muhakkak birisi ölmeli mi?
Bu arada mektuplarda şöyle cümleler de var:
“Armutlar saçlarından asılmış aptallardır.”
Bir de sık sık “İşleten adam” diye biri geliyor ki, kim olduğunu ne olduğunu anlamadım.
(*) Alper Çeker: “Hayat Dalgalar Gibi Üstümüzden Geçecek”: Bülent Ecevit’ten Tunç Yalman’a Mektuplar; Timaş Yayınları; Kasım 2023
3 Aralık 2024 - Dün gece Türkiye’nin en prestijli ödülü tarihimizin en büyük başarısızlığına verildi
1 Aralık 2024 - Cumhurbaşkanı nerede konuşacak? Caminin avlusunda mı, minberde mi?
30 Kasım 2024 - Antakya’da 2000 yıl arayla ayakta kalan iki duvarın sırrı
29 Kasım 2024 - Master Chef sorusu: Bir Michelin şefinin tam teşekküllü kestane menüsü nasıldır?
28 Kasım 2024 - Rahmi Koç: İşadamıyım ama hayatım beş kuruş bile getirmeyecek üç işle geçiyor