Görünene aldanmak: Dişilik mi, kişilik mi?

Nihal, çok genç yaşta, hazırlıksız bir şekilde medyanın ortasına düştü. Güzelliği, cesareti, farklılığı ona ekranlarda bir 'yer' açtı. Ama bu yer, güvenli bir zemin değil; tam aksine dikenli bir tahttı.

24 Haziran 2025
Nihal’in anoreksiyası sadece kişisel bir trajedi değil. Aynı zamanda görülmek istenmeyen bir sistemin kolektif suskunluğunun da sonucuydu.

Nihal Candan öldü.

Kısa, sert, soğuk. Bu cümleyi kurarken tarifsiz bir sızı hissediyorum yüreğimde. Ölüm, yalnızca bir hayatın sonu değil; bazen de görülmeyen bir hikâyenin çığlığı olabiliyor. Sessizce büyüyen, önce ilgi duyulan sonra anlaşılmayan ve en sonunda da dışlanan bir hikâyenin…

Candan kardeşleri tanımıyordum. Yani gerçekten tanımıyordum. Çoğumuz gibi ben de onları basından, televizyon ekranlarından, konuk oldukları programlardan, sosyal medyadaki gündemlerden tanıdım. Magazin haberleri, iddialı paylaşımlar, stil yarışmaları, göz kamaştırıcı kıyafetler, delice harcanan paralar, çarpıcı açıklamalar… Hepimizin gözünün önünden bir şekilde geçtiler. Hiç ilgilenmiyorum diyenlerin bile gizli gizli haberlerini takip ettiklerinden eminim. Ve ben dahil hepimiz onları bize gösterilen yüzleri ile tanıdık. Etiketledik. Yargıladık. Küçümsedik. Ya da abartılı şekilde övdük.

Her şeyi yaptık ama bir şeyi yapmadık: Anlamaya çalışmadık.

İtiraf etmeliyim; onların yaşam tarzı, hayatı algılayış biçimleri bana hep uzak geldi. Belki abartılı, belki yapay, belki kırılgan, belki saçma, belki delice, belki de sadece bir roldü. Doğrusu magazinde kendilerine atanan yeri korumak için ben rol yaptıklarına inananlardanım. Bu duygum, Nihal Candan’ın trajik ölümüyle birlikte yerini başka bir şeye bıraktı: Derin bir hüzne. Sessiz bir utanca.

Zira genç bir kadın, gürültülü, kalabalık ve renkli bir dünyanın ortasında, yavaş yavaş eriyerek, sessizce, belki de isteyerek aramızdan ayrıldı. Parlak dünyasındaki gibi ışıklarda uyusun.

Parlaklık görüntüydü, gerçek gölgede kaldı

Toplum olarak dış görünüşe, gösterişe, zayıflığa, olduğumuz gibi görünmemeye, şöhrete saplantılı bir şekilde bağımlı hale geldik. Sanki birinin ekranlarda olması, onu değerli kılmak için yeterliymiş gibi. Ama unutuyoruz: Şöhret, herkesin taşıyabileceği bir yük değil. Bedelleri var.

Nihal, çok genç yaşta, hazırlıksız bir şekilde medyanın ortasına düştü. Güzelliği, cesareti, farklılığı ona ekranlarda bir “yer” açtı. Ama bu yer, güvenli bir zemin değil; tam aksine dikenli bir tahttı. Kadın olmanın yükü ağırken, “bedenle” var olmaya zorlanmak, normal olmayan tavırlarının beğenildiğinin düşünmek, görünüş üzerinden onay beklemek, kişiliğin zamanla görünüşün gerisinde kalmasına neden oldu.

İşte burada sormamız gereken ilk soru şu:

Dişilik mi ön plandaydı yoksa kişilik mi gölgede kaldı?

Ve ikinci soru da bu genç kızı hayata hazırlaması gereken ailesi tüm bu süreçte neredeydi?

Anoreksiya: Duyulmayan çığlık

Basında “yeme bozukluğu” olarak geçen anoreksiya, aslında ruhsal bir çöküşün adı.
Bir beden hastalığı değil; bir ruh çığlığı. Kimi zaman kontrol kazanma arzusu, kimi zaman görünmez kalmış bir acının dışavurumu. Kilo verdikçe güç kazandığını sanır insan. Daha güzel, daha güçlü… Oysa her kaybettiği kilo, içinden bir parça daha alır götürür. Beden küçülürken, içteki boşluk büyür.

Nihal’in anoreksiyası sadece kişisel bir trajedi değil. Aynı zamanda görülmek istenmeyen bir sistemin kolektif suskunluğunun da sonucuydu.

  • Ailesi onu gerçekten sevdi mi?
  • Girdiği yarışma programı yapımcıları onu gerçekten anladı mı?
  • Sağlık sistemi, zamanında ve doğru bir şekilde müdahale etti mi?
  • Medya, bu genç kadının yaşadığı zorlukları bir dram malzemesi yapmaktan başka ne yaptı?
  • Ya biz izleyiciler… Biz ne yaptık?

Sadece baktık. Bazılarımız izledi.
Bazılarımız da onu “ziyaret” bahanesiyle kendine prim yaptı.

Sahte dünyanın gerçek kurbanı

Sosyal medya, magazin, renkli hayatlar, ışıltı ve hızlı şöhret …

Hepsi aslında birer illüzyon. O dünyada kalıcı hiçbir şey yok. İnsan, beğenilerle yaşar hale geliyor ama bir yandan da her beğeni içini daha da boşaltıyor. Anlam aramak yerine onay arıyoruz. Görünür olmak, değerli olmak sanılıyor.

Ama görünür olmak ile gerçekten görülmek çok farklı şeyler. Nihal Candan görünürdü, evet. Ama gerçekten görüldü mü emin değilim!

Görülmemek…

En derin yalnızlık. Koca bir dünyanın ortasında, binlerce takipçin varken içten içe hiç var olmamak. İşte en acı yalnızlık.

Ardında kalan ne?

Nihal’in ardından sadece bir acı değil, bir sorumluluk kaldı. O sadece “bir magazin figürü” değildi. O bir insandı. Bir kadındı. Hayalleri vardı. Kaygıları, korkuları, hayal kırıklıkları… Tıpkı hepimiz gibi. Ve şimdi, bu ölüm bize kendimizi yeniden sorgulatmalı. Belki bazı insanlar bu dünyaya fazla kırılgan geliyor.
Belki onların incelikleri, bu sert düzende yer bulamıyor. Ama biz, o inceliği korumak yerine ya görmezden geliyoruz ya da izleyip tüketiyoruz.

Son sözü

Nihal Candan’a Allah’tan rahmet diliyorum. Bu dünyada bulamadığı huzuru orada bulacağına inanıyorum. Gelecekte onu sadece “şöhretin arka yüzü” diye anmayız “bir insan, bir genç kadın, bir çığlık” olarak hatırlarız.

Ve umarım bu ölüm, bir şeyleri değiştirir. Görüntüye değil, gerçeğe bakmayı öğreniriz.
Dişiliğin değil, kişiliğin konuşulduğu bir dünya kurarız. Ve gelecekte hiçbir genç kadın kendini “küçülterek” var olmaya çalışmaz. Dilerim kardeşi Bahar Candan’ının da sonu aynı olmaz. Bahar, bu yıkımdan uzaklaşarak kendisine yeni, sağlıklı, sade bir hayat kurmayı başarır.

 

Feza Turunçoğlu Kimdir?

Feza Turunçoğlu, Türkiye’de marka, pazarlama ve reklam sektöründe uzun yıllarını geçirmiş deneyimli bir profesyoneldir. Marka yaratma, spor pazarlaması, marka yönetimi ve iletişim konularında derin bilgi birikimine sahiptir.
Reklam ajanslarında yönetim ekibinde çalışmış, yürütme kurullarında yer almış, ülke için önemli birçok markanın büyüme süreçlerine katkıda bulunan ekipleri yönetmiştir.
Feza Turunçoğlu’nun kariyeri boyunca edindiği deneyimler ve sektördeki bilgisi, markaların stratejik iletişimini yönetme yeteneği ve kriz dönemlerinde markaların nasıl yönetilmesi gerektiğine dair görüşleri sektörde önemli bir referans niteliği taşır.
Bu dönemde; finanstan otomotive, gıdadan içecek markalarına, kamu projelerinden kişisel bakıma Türkiye’nin en önemli ve büyük bütçeli markaları ile çalışma, stratejilerinde söz sahibi olma ve değer yaratma şansı yakalamıştır.
Daha sonra Türkiye’nin bilinirliği ülke dışına da taşan ve ülkenin en değerli markalarından biri olan Vestel’de 10 sene boyunca Vestel Pazarlama iletişimi ve Perakende Pazarlama Liderliği yaparak; pazarlama iletişimi ve sponsorlukların yanı sıra, markanın stratejisi ve bütçe yönetiminde de söz sahibi oldu.
Vestel döneminde en sevdiği işlerinden biri “Biz Voleybol Ülkesiyiz” stratejisinin oluşturulması ve hayata geçişinde üstlendiği rolü oldu. ‘Biz Voleybol Ülkesiyiz’ iletişimi ile marka, hem tüketicinin gönlünü kazanırken hem de sayısız ödül kazandı.
Türkiye’de ‘Spor Pazarlaması’ denince, akla ilk gelen isimlerden.
Feza kendisini; reklam, pazarlama ve iletişim stratejisi alanlarında 30 yıllık deneyimi ile “ marka danışmanı” olarak tanımlıyor.
Vestel sonrası, bağımsız marka danışmanı olarak farklı projelerde ‘sevdiği ve inandığı’ markalara katkı sağlamaya keyifle devam ediyor.
Ve halen en çok voleybol izlemeyi seviyor.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.