15-08-2024
İsmet Berkan

Türkiye’nin yeni sosyolojisinin yarattığı siyasi dalgada kim sörf yapacak?

Türkiye’nin yeni sosyolojisinin yarattığı siyasi dalgada kim sörf yapacak?

Amerikan reklam endüstrisinin bana göre en çarpıcı ilanlarından biri zamanında otomobil kiralama şirketi Avis için yapılmıştı.

Reklamın başlığında ‘Biz iki numarayız, o yüzden daha sıkı çalışıyoruz’ deniyordu. Bir numara, Ford’a ait Hertz’di, reklama göre onlar birinci olmanın kibiriyle otomobilleri yeni kiracılarına doğru dürüst temizlemeden, hatta kül tablalarını bile boşaltmadan teslim ediyordu.

Madem ticari iletişimden girdim, devam edeyim. Çok beğendiğim bir başka reklam İskoçyalı ünlü bir malt viskisi üreticisinin. Fotoğrafta Everest’in zirvesine çıkan Edmund Hilary görünüyor, altındaki başlık ise şöyle: ‘İkinci kimin umurunda…’

Bu kazanma kültürüne ilişkin son örneğim Amerikalı komedyen Jerry Seinfeld’den. Bir skeçinde olimpiyatlarda verilen gümüş madalyayı hiç anlamadığını anlatıyor, ‘Ne yani’ diyor, ‘Gümüş madalya alanlar kaybedenlerin şampiyonu mu?’

Bu birincilik ikincilik rekabeti, ikincinin birinci olabilmek için daha fazla çalışması, her durumda birincinin yüceltilip her yaptığının haklı sayılması bizim de yabancısı olmadığımız bir şey.

Özellikle siyasette; yıllardır bir hakim partimiz var, o partinin her seçimi kazanması ona yaptığı her şeyde haklı olduğuna dair bir de zırh verdi. Bu izlenim en çok ama en çok 28 Mayıs 2023’te Tayyip Erdoğan bir kez daha seçim kazanınca belirginleşti. Erdoğan’ı her şart altında eleştirenler bile 28 Mayısta sustu, söyleyecek bir şey bulamadılar.

Ama tabii biliyorsunuz en umulmadık zamanda, siyaset esnafının da, siyaset konuşmaktan yorulmayan biz gazetecilerin de hiç beklemediği bir anda Tayyip Erdoğan da partisi de kaybediverdi. 31 Martta Ak Parti ilk kez ikinci parti konumuna düştü.

Dün Ak Parti’nin 23. kuruluş yıldönümüydü. Partinin genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan uzun bir konuşma yaptı, tabii bir yandan geçmiş başarıları anlatıp hem övündü hem moral verdi, ama esas önemlisi geleceğe ilişkin sözleriydi, yeniden birinci parti olmak için neler yapılacağına dair bazı ipuçlarını anlattı.

Erdoğan’ın konuşmasında altını çizdiğim paragraf şu oldu:

‘Zamanın ruhu’ toplumu dönüştürürken siyasal alanını da yeni baştan tanımlamakta, alışılagelmiş siyaset tarzlarını da değişime zorlamaktadır. Dünyanın ve ülkemizin şartları, ihtiyaçları, imkanları değiştikçe, biz de buna uygun politikalar geliştirmek mecburiyetindeyiz. Bundan 23 sene evvel halktan yükselen değişim dalgasının ürünü olarak siyaset sahnesine çıkan Ak Parti’nin yeni dönemin ruhunu ıskalaması tabii ki düşünülemez.

Erdoğan’ın söylediği ‘23 sene evvel halktan yükselen değişim dalgası’ neydi? Gerçekten de Ak Parti bu dalganın üstüne binerek yükselmiş ve bugüne gelmişti.

O dalga Türkiye’de hiçbir analistin görmediği veya görmek istemediği bir sosyolojik değişimdi. Değişimin arkasındaki motor ise köyden kente göçün belli bir doygunluk döneminde olmasıydı.

Gerçekte Türkiye’de bu nüfus hareketi, yani köyden kente göç 1950’lerin ilk yıllarından beri son derece belirgin. Bu büyük dönüşüm şaşırtıcı biçimde Türkiye’de çok az sosyolojik araştırmanın konusu oldu; normalde böyle konuları edebiyat çok fazla ele alır, edebiyata da az yansıdı. Sinema ve diziler bu dönüşümden hareketle çok sayıda öyküyü ele aldı ama bunların çoğunluğu da göç edenlerin eleştirilmesi, hatta onlarla alay edilmesiydi.

Çünkü Türkiye’de hakim kültür kendini şehirli, hatta Batılı sanıyordu ve Anadolu’ya ve köye bakışı da, köyden gelip İstanbul’a yerleşen insanlara bakışı da aşağılayıcıydı. Kibirliydi.

1980’li yılların ilk yarısında Türkiye’de nüfusun yarısı kırsal alanda yarısı kentsel alanlarda yaşamaya başladığında da kimse bu hakim kültürde tam ne olduğunu görmek istemiyordu; gelenlerden şikayetçiydiler, ‘Şehirler bozuluyor’du. Bugünün sıradan bir konusu olan kebapçı ve lahmacuncu kültürü örneğin, 70’lerde ve 80’lerde fena halde aşağılanırdı.

Gelenler şehirlerin çeperinde, gecekondu mahallelerindeydi ve bir ‘sorun’un başlı başına cisimleşmiş haliydi. 70’lerin ağır ekonomik buhranı devleti ‘köylüyü köyünde tutma’ diye özetlenen ekonomik politikaları uygulayamaz hale getirmişti. Tarım ve kırsal alan destekleri azalıyor, şehirlerde de sanayi ve hizmet sektörü eleman ihtiyacı duymaya devam ediyordu. 80’lerden itibaren göç hızlandı, 90’larda doruğa vardı, 2000’lerin ilk 10 yılının sonunda ise nihayet durdu, doyum noktasına ulaştı.

İşte Ak Parti’yi yaratan da, zirveye taşıyan da bu büyük dalgaydı. Kentlere olan göç keyiften değil mecburiyetten yapılan bir şeydi. Bu insanlar insanca yaşamak istiyordu. En basiti şu: Tuvalete gitmek için evin dışına çıkmak istemiyorlardı. Bu son yazdığımı komik bulabilirsiniz, ama gerçekten de tuvalet ve banyonun evin içinde olması bile büyük devrimdi bu insanlar için.

Göç edenler açısından bakıldığında bu tam anlamıyla bir kültür savaşıydı. Şehirde kendilerini dışlayan, aşağılayan, küçümseyen kültüre karşı var olma savaşıydı. Ak Parti onlara aradıkları ortak kimliği ve temsili verdi. O kimlik sadece İslamcılık, sadece muhafazakarlık değildi bazılarının sandığı gibi; çok daha fazlasıydı, zenginleşme arzusuydu, insan muamelesi görme, eşit kabul edilme arzusuydu, refah ve huzur isteğiydi, modern olma çabasıydı.

Kabul etmek gerekir ki, Ak Parti temsil ettiği bu kesimlere aslında bugün dahil hiç ihanet etmedi, onları temsil etmekten ve onlara imkanlar yaratmaktan hiç vazgeçmedi. O kesimin içinden seçkinler sınıfı çıkardı, doğru. O kesimin içinden zenginler yarattı, doğru. Ama bunlar o kesime sırtını dönmesi, artık başkalarının partisi olması anlamına gelmedi.

Ama başka bir şey oldu. Göç dalgasının durması, mevcut iç göçmenlerin iktidarda olması sosyolojiyi yeniden değiştirmeye başladı (Bugünkü 10Haber’de yayınlanan şu haberi tavsiye ederim herkese).

O geniş kitlenin arzuları, gelecek endişeleri, talepleri farklılaşmaya başladı ve Ak Parti bu yeni talepleri görmekte de, onlara uygun hareket etmekte de başarısız oldu. Aksine çok daha dar, çok daha sınırlayıcı bazı alanlara yönelmeye, kendisine oy veren kitleyi ise korkutarak yönetmeye başladı. Kendi yokluğuyla tehdit ediyordu Ak Parti ve Tayyip Erdoğan artık ülkeyi.

Bu tehdit Mayıs 2023’teki kritik seçimde işe de yaradı. Seçimden birkaç ay öncesine kadar Erdoğan’dan vazgeçmeye hazır görünen seçmen çoğunluğu son düzlükte rakibi Kemal Kılıçdaroğlu’na güvenmedi, Erdoğan’sız Türkiye’yi göze alamadı.

CHP de Kemal Kılıçdaroğlu da farkında değildi aslında, ama sosyoloji değişmiş, Ak Parti’nin temsil ediciliği ciddi biçimde yıpranmış, hatta erozyona uğramıştı. CHP’deki lider değişiminin ardından yerel seçimde gelen başarı herhalde en çok CHP’yi şaşırttı. Başarılı olmuş, birinci parti konumuna gelmişlerdi ama neden böyle olduğunu bilmiyorlardı.

Erdoğan dünkü konuşmasından yaptığım alıntıda ‘Ak Parti’nin yeni dönemin ruhunu ıskalaması tabii ki düşünülemez’ diyor. Ama bence o da bilmiyor yeni dönemin ruhunun ne olduğunu; bu cümlesi aslında bir temenni.

Çünkü o ruhu yakalaması için en önce kendisini ciddi biçimde değiştirmesi lazım.

Bu yeni dalganın üstüne kimin veya hangi partinin çıkıp sörf yapacağını henüz bilmiyoruz, ama CHP şu an önde görünüyor.

Amerikan seçimini yakından izleyin, Türkiye’yi görün

Amerikan seçimini yakından izleyin, Türkiye’yi görün

Kamala Harris, Demokrat Parti’nin adayı olduğundan beri Amerika’da çok önemli şeyler oluyor. Toplumun değişme, ama ileri doğru adım atarak değişme arzusu, hak etsin etmesin Harris’in kişiliğinde temsil bulmuş gibi gözüküyor. Siyaset ile sosyoloji arasındaki bu ilişki dünyanın dört bir yanındaki, bu arada Türkiye’deki siyasetçilere de ders niteliğinde.

Düne kadar seçimin kesin galibi kabul edilen Donald Trump birdenbire değişimi değil tam tersine geriye gidişi temsil eden aday konumuna düştü ve Harris aday olduğundan beri yeni bir strateji geliştirmekte zorlanıyor.

En ilginç haberlerden biri dün The Wall Street Journal’da okuduğum bir Elon Musk-Donald Trump haberiydi. Buna göre Musk, Trump’a daha kolay bağış toplayacağı ama daha önemlisi daha kolay kayıtlı seçmen kazanacağı bir platform (Amerika’da bunlara PAC deniyor) kurmak istemişti ama platform hiç de umulan sonucu yaratmıyordu. Evet Musk bu platform üstünden her ay 45 milyon doları Trump kampanyasına enjekte ediyordu, ama beklenen ve hedeflenen 800 bin Cumhuriyetçi seçmen ortada yoktu.

Buna karşılık bu sabah The New York Times’ta okudum, Kamala Harris kayıtlı seçmen kazanmayı hızlandırmış ve en önemlisi Amerika’da ‘salıncak eyalet’ adı verilen yedi eyaletten altısında Trump’ı yakalamakla kalmamış, geçmeye de başlamış.

Harris’in stratejisi aslında çok belirgin: Özellikle bu salıncak eyaletlere ağırlık veriyor, oraları kazanmaya çalışıyor. Bu seçim stratejisi şimdilik işe yaramış gözüküyor.

Politikalar bakımından bakılacak olursa Harris-Waltz ikilisi belki 1960’lardaki Johnson yönetiminden beri Amerika’nın göreceği en ‘ilerici’ (Amerikalılar progresive diyor) yönetim olmaya aday. Amerika şartlarında bir hayli sol bir ajandaları var ve son iki seçimde Trump’a kaptırdıkları işçi sınıfını geri almaya başladılar bile.

Donald Trump’ın kendine özgü ve eklektik muhafazakar politikalarına kilitlenen Cumhuriyetçi Parti ise bölünme ve kendi içinde erozyona uğrama belirtileri veriyor. Bazı köklü Cumhuriyetçiler Trump’ı savunmakta zorlanıyor. Bizde de benzeri olmuştu, merkez sağın pek çok ismi kendilerini Erdoğan’la özdeşleştirmek istemeyip CHP’ye oy verir hale geldi. Özellikle son seçimde.

O bakımdan Amerikan seçimi bir yanıyla zaten kendi başına heyecanlı bir olay, ama bir yanıyla da Türkiye’nin gelecekteki iç siyasetini görmek açısından da bir laboratuvar gibi bence.

Şunun şurasında 2,5 ay kaldı seçime.