07-07-2023
İsmet Berkan

Ben CHP’li olsam, Erdoğan’ın eleştirisini ciddiye alırdım

Ben CHP’li olsam, Erdoğan’ın eleştirisini ciddiye alırdım

Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan dün partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada CHP içindeki tartışmalara ilişkin kendi görüşlerini de söyledi. Bana göre Erdoğan’ın CHP ile ilgili söylediği en önemli söz, ‘Zihniyet değişmedikçe CHP’ye kimin genel müdür olacağının önemi yok’ cümlesiydi.

Aslına bakacak olursanız, CHP ile ilgili en son konuşması gereken kişi Tayyip Erdoğan olmayabilir. Siyasi hayatının tamamını CHP’ye karşı mücadeleye harcamış bir kişinin CHP hakkındaki görüşleri, bütün hayatını CHP içinde geçirmiş kişilerden daha kıymetli olabilir. Çünkü Erdoğan sonuçta masanın öteki tarafından bakıyor. O yüzden sözleri ciddiye almakta fayda var.

CHP’deki tartışmanın kod adı ‘değişim.’ Tamam da neyin değişimi? Herkes aynı şeyi söylüyor bu sefer: Tek başına isimlerin değişmesi ‘değişim’ anlamına gelmez.

Gelmez ama kişilerin değişmesi CHP’deki değişim için öncelikli bir ‘gerek şart’. Çünkü kişiler değişmedikçe başka hiçbir şey de değişemez. Ama tabii tek başına kişilerin değişmesi ‘yeter şart’ değil; bunun için de Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi ‘zihniyet’in de değişmesi lazım.

Bugüne kadar ‘CHP zihniyeti’ ile ilgili kaç yazı yazmışımdır bilmiyorum ama en azından 20 yıldır yazdıklarımın özü değişmedi, yani aslında dönüp dönüp hep aynı yazıyı yazıyorum CHP’yi eleştirirken.

Bir kez daha madde madde özetlemeye çalışayım:

1. Bu parti 1950 yılında seçimi kaybettiğinde çok ağır bir yas tutma aşamasına girdi. Biliyorsunuz yas tutmanın 5 aşaması var: İnkar-Öfke-Pazarlık-Depresyon-Kabullenme… CHP aradan geçen 73 yılda henüz ‘kabullenme’ aşamasına gelemedi, 1950’deki seçim yenilgisinin yarattığı ‘kayıp’ duygusunu aşamadı. Aşamadığı için de bu 73 yılda birkaç koalisyon ve bir alavere dalavere dönemi dışında iktidarda yer alamadı.

2. CHP ile devlet, 1950’de özdeşleşmiş iki kavram ve kurumdu. CHP seçimde gelip geçici dünya iktidarını değil ezel-ebed-müebbet devletini kaybettiğini düşündü. Ki haksız değildi.

3. Devlet içinde CHP zihniyetinin ve CHP müttefiklerinin her zaman yer alması bu partiye zaman zaman ‘Yine de iktidarda belirleyici oluyorum’ hissi verdi, o yüzden parti sık sık inkar-öfke-pazarlık-depresyon aşamaları arasında gitti geldi, şu anda yeniden depresyonda. CHP bir parti değil birey olsa profesyonel yardım alması, psikiyatriste başvurması tavsiye edilir aslında. Çünkü ‘kabullenme’ olmadan ileriye doğru adım atılamayacağını herkes biliyor.

4. Dediğim gibi CHP’nin kabullenmesi gereken şey, devletteki iktidarını kaybettiği ve bir daha bu iktidarın peşinde hiçbir zaman koşmaması gerektiği. CHP diğer bütün partiler gibi dünyevi iktidar peşinde koşan sıradan bir parti olduğunu, iktidara gelecek olursa kendi siyasi programını iktidarı süresince uygulayacağını ama iktidara gelse bile devlet iktidarına yeniden talip olmaması gerektiğini kabullenebilecek olursa, bu gerçek bir zihniyet değişimi olacak.

5. CHP’nin devleti restore etmeyi vaat etmesiyle devlet iktidarına talip olması aynı şey demek değil. Devletin elbette restorasyona ihtiyacı var; çünkü artık Ak Parti ve Tayyip Erdoğan kendini ‘devletin sahibi’ gibi hissediyor ve devlet vatandaşına her zaman eşit mesafede durup hizmet sunan bir devlet değil. Ancak yine de CHP’nin devlette restorasyonu yüksek sesle savunması onun eski devlet aracılığıyla siyaset yapma alışkanlığını insanlara hatırlatacağı için ilk aşamada çok da tavsiye edilen bir şey olmaz.

6. CHP’de gerçek manada ‘değişim’ partinin devletçi ve tepeden inmeci kodlarından kurtulup halk için ve halkla birlikte siyaset yapmasıyla olabilir ancak. Bu, söylemesi kolay yapması ise çok zor bir şey.

7. CHP’nin devletçi zihniyetinin ve 1950’den beri bir türlü yaşayamadığı ‘kabullenme’nin yarattığı en büyük sıkıntıların başında, ‘Halk mı bana benzesin ben mi halka benzeyeyim’ sorusuna partinin her seferinde 1930’lu yılları hatırlayıp ‘Halk bana benzesin’ yanıtını vermesi geliyor. Oysa CHP’nin halka benzemesi gerekir. CHP, hala ‘Halkın öncü devrimci partisi’ olmaya devam etmek istiyorsa, yüzde 20-22 aralığında aldığı oyu öpüp başına koymalı.

8. Başörtülü, hatta çarşaflıya parti rozeti takmak veya bir Türk milliyetçisini genel başkan danışmanı yapmak gibi sembolik hareketlerle halka benzeyemezsiniz. Zihniyetiniz sahiden ve samimi olarak değiştiğinde, halk, kendisine benzeyip benzemediğinizi bir bakışta anlar zaten, o sembollere ihtiyacınız kalmaz, daha doğrusu o semboller organik olarak parçanız olur, vitrin süsü gibi durmaz.

9. Siyaset, sembollerle de yapılan bir şeydir, doğru. Ama toplumu dikey bölen konuları öyle bir iki sembolle, ‘helalleşme’ sözleriyle aşamazsınız, aksine zayıf yanınızı göstermiş olursunuz. Mesele halkla birlikte halk için siyaset yapmayı başarmakta, halkla ona tepeden bakarak değil göz hizasından temas kurmakta.

Halk sağcı veya solcu olmaz, kültürel değerleri tanımak ‘sağa kaymak’ değildir

Halk sağcı veya solcu olmaz, kültürel değerleri tanımak ‘sağa kaymak’ değildir

Yaşar Kemal’den dinlemiştim bu öyküyü.

Yaşar Kemal, askerliği sırasında sürgünden sürgüne gider ve en sonunda Kayseri’de kendini bulur. O sırada Kayseri’de başka solcu-komünistler de askerliklerini yapmaktadır, örneğin Mehmet Ali Aybar da oradadır.

Bu minik komünist grup Kayseri’de Hava Kuvvetleri’nin fabrikasındaki sendikacılık faaliyetleriyle yakından ilgilenirler. Hava Kuvvetleri fabrikasındaki sendikacı önderlerden biri, Abdullah Gül’ün babasıdır. Yanlış okumadınız, Abdullah Gül’ün 6 yıl önce kaybettiği babası Ahmet Hamdi Gül.

Ben Yaşar Kemal’in bu hikayeyi bizzat Abdullah Gül’e anlattığına da tanık oldum.

Hiç kuşku yok, Ahmet Hamdi Gül solcu veya komünist değildi ama fabrikadaki hakları için mücadele ediyordu. Dindardı, muhafazakardı ama bu kültürel değerleri onun kendi hakkı için mücadelesine engel değildi.

Türkiye’de kendine ‘sol entellektüel’ denen grubun sık sık yanlış anladığı ve o yüzden de yanlış tanımladığı bir tuzak bu: Siyasetle ve siyasi tercihlerle bazı kültürel değerleri özdeş kılmak.

Örneğin modern bir hayat tarzına sahip olmak, içki içmek, dans etmek, Batıya yönelimli olmak bir kültürel tercih esas olarak. Ama hayır, bu kültürel değerlere sahip olmak aynı zamanda siyasi bir tutum gibi de adlandırılıyor.

Ya da tam tersi: Dindar olmak, milliyetçi olmak, başı kapalı olmak, içki içmemek, dans etmemek de birer kültürel tercih. Bu kültürel tercih de sanki aynı zamanda bir siyasi tercihmiş gibi düşünülüyor.

Oysa mesele bu kadar basit değil. Elbette kültürel tercihlerle siyasi tercihler arasında geçişkenlik, yani benzerlikler var ama bunun sebebi siyasetin çok uzun zamandan beri kültürel tercih alanında da yapılması, bizim siyasi mücadeleyi aynı zamanda bir ‘kültür savaşı’ olarak da yaşamamız.

Türkiye’de yaygın inanış, seçmenin yüzde 65’inin ‘sağcı’ olduğunu söyler. Ben bu sözü bizzat Deniz Baykal’dan bile duydum. ‘O zaman niye solda siyaset yapıyorsunuz, ört ki ölem’ dedim.

Halkı kitleler halinde ‘sağcı’ veya ‘solcu’ diye tanımlamak kadar saçma ve tembelce bir şey hayal edemiyorum. Eğer bu oranlar sabitse, Tayyip Erdoğan’ın karşısına rakip olarak çıkmaya ne gerek vardı? Ama seçimde gördük işte, öyle bir oran ve öyle bir bölünme yok.

Türkiye’de kelimenin kültürel anlamıyla dindarlık ve muhafazakarlık çok yaygın olabilir, sorduğunuzda neredeyse herkes ‘Elhamdülillah müslümanım’ der ama kelimenin siyasi anlamıyla ‘muhafazakarlık’ hiç de öyle büyük bir çoğunluğun ideolojisi değil. Aksine halkın önemli bir bölümü Batı seviyesinde refaha ve özgürlüklere ulaşmak istiyor, siyasi tercihini de bundan yana yapıyor. 1950’deki tercih de buydu, 2023’teki tercih de bana kızacaklar ama bu oldu.

Biliyorum, kültürel değerler ve tutumlarla siyasetin bağını kesmek çok zor ama CHP kendini temelde ve sadece ‘çağdaşlığın ve laikliğin partisi’ olarak tanımlamaya devam ettiği sürece hep geniş bir azınlığın partisi kalmaya devam edecek. Kültürel muhafazakarlık insanı otomatik sağcı ve sağ seçmen yapmadığı gibi çağdaşlık veya laiklik de insanı otomatik solcu yapmaz.

Ak Parti seçmeni arasında başı açıkların, eğitimini Amerika’da almış ve Batı hayranı olanların, içki içenlerin, dans edenlerin, namaz kılmayanların olmadığını mı sanıyorsunuz sahiden?

Kemal Kılıçdaroğlu’nun samimi çabası bu kültürel değerlerle siyaset arasındaki bağı kopartmaya yönelikti ama seçmen tarafından samimi bulunmadı, yeterli bulunmadı. Fakat yine de doğru yönde atılmış bir stratejik adımdı bu.

Kültürel değerlerle çatışma içinde olmamak, sizin siyaset yapmanıza engel değil; dindarlığı ve muhafazakarlığı olağan ve sıradan karşılamak sizi ‘sağcı’ yapmaz.

Bir günde Threads’e göç eden 30 milyon kişi

Bir günde Threads’e göç eden 30 milyon kişi

Sevseniz de sevmeseniz de hayatımızda Twitter diye bir şey var. Daha doğrusu ‘mikro bloging’ denen şey var.

Bilmiyorum Twitter 30 milyonuncu üyesini hizmete girdikten kaç zaman sonra kaydetmişti ama dün ortaya açıkça bir Twitter taklidi, hatta onun ‘klonu’ çıktı ve tek bir günde 30 milyondan fazla insan buraya kaydoldu.

Neden oldu, nasıl oldu uzun uzun tartışılacak. Bugün 10Haber’de konuyu anlatan Burak Kuru’nun teşhisi, bütün dünyadaki teknoloji yazar ve sitelerinin de teşhisi: Elon Musk’ın yönetimindeki Twitter öyle bir öfke uyandırdı ki, insanlar kaçmak ve alternatif bir mecra bulmak için sabırsızlanıyordu, Facebook ve Instagram’ın sahibi Meta doğru zamanda doğru ve yeterli büyüklükte bir alt yapıyla bu işe girip parsayı kaptı.

Oysa ortada bazı Twitter alternatifleri vardı. Mesela Almanya merkezli Mastadon veya Twitter kurucusu Jack Dorsey’in başlattığı BlueSky gibi ama bunların ikisi de yeterli teknik altyapıya sahip değildi, kullanıcılar hücum ettiğinde talebi karşılayamadı. Oysa zaten 1 milyarı aşkın kişilik Instagram altyapısına sahip olan Meta, gördünüz işte bir günde 30 milyon kişinin talebini sorunsuzca karşıladı. Bugün belki bu rakam 60 milyona da tırmanacak. Teknoloji dünyası böyle hızlı büyüme görmedi.

Görmedi ama dün Twitter için geçerli olan sorunların tamamı yarın sabah Threads için geçerli olacak. Troller, robot hesaplar, siyasi yönlendirmeler, siyasi bölünmüşlüğü derinleştiren ilgi çekme adımlarından Threads’i koruyacak hiçbir şey yok.

Elon Musk’ın Twitter’da yaşadığı kârlılık sorunu da Threads için bir tehdit açıkçası ve bir patron olarak Mark Zuckerberg, Elon Musk’tan daha sevimli bir karakter değil.

Altın saadet zincirinin ortaya çıkmayan mağdurları

Altın saadet zincirinin ortaya çıkmayan mağdurları

Bir süreden beri bir kuyumcu dolandırıcılığı vakasını konuşuyor Türkiye. Sonunda iddianamesi yazıldı, hatta duruşmalarına da başlandı ama ne dolandırıcılığın tam yöntemi hakkında ne de dolandırılan kişilerin kimlikleri hakkında bir bilgimiz var. Anlaşılan sistem bir saadet zinciri gibi yürümüş, katılımcılara yüksek kazanç vaat edilmiş, sisteme katılan sayısı da hızla artmış. Sistem altın bazında olduğu için bugün konuşulan toplam rakam 1,7 milyar liraya kadar yükselmiş durumda. Ama ilginç bir durum var: İddiaya göre sistemin katılımcıları arasında çok sayıda hakim ve savcı var ama bunlardan hiçbiri ortaya çıkıp ‘Ben mağdurum’ demiyor. Deseler belki bu kez ‘Bu parayı nereden buldunuz’ sorusu sorulacak, kim bilir.

Elektrikli otomobile hücum ve Togg’un durumu

Elektrikli otomobile hücum ve Togg’un durumu

Elektrikli otomobillere bütün dünyayla birlikte Türkiye’de de bir talep patlaması yaşanacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktu. Bu talebin elle tutulur somutlukta olması yüzünden Türkiye’de Togg kuruldu, dünyada yüz milyarlarca dolarlık yatırım yapıldı. Şimdi Türkiye’de rakamlara bakıyoruz; bu yılın ilk altı ayında neredeyse 13 bin elektrikli araç satılmış Türkiye’de. Seneye bu vakitler 40-50 binli rakamları görürsek şaşırmamalıyız. Bu hızla büyüyen iç pazarda Togg maalesef rekabet avantajından yararlanamıyor henüz, çünkü üretimi hala çok yavaş. Dün Fatih Altaylı’da okudum, şimdilik 878’inci Togg teslim edilebilmiş. Oysa 120 bin kişi Togg bekliyor ve bu arada Çin başta olmak üzere yurt dışından gelen elektrikli modeller bol bol bulunuyor. Örneğin Tesla, Türkiye’de Togg’dan birkaç yüz bin lira daha pahalıya satılıyor.