Tarih tekerrür eder mi? Karl Marx’ın cevabı bize ne güzel uyuyor aslında…
Karl Marx ve yakın arkadaşı Friedrich Engels 1848’deki Paris Komünü’nden çok ümitliydi, meşhur Komünist Manifesto’yu yazmışlardı. Fransa’da ise halk o kargaşada yapılan seçimlerde 3. Napolyon’u seçmişti. O bir süre sonra Cumhuriyeti sona erdirdi, imparatorluğunu ilan etti, Paris Komünü’nü de kanlı biçimde bastırdı.
Bunun üzerine Marx, Hegel’den hareketle tarihte olaylar aynı şekilde yeniden yaşanır mı sorusu üzerine yazdı, ‘Evet’ dedi, ‘Tarih tekerrür eder. Birincisinde trajedi, ikincisindeyse fars olarak.’
Fars, yani bir anlamda komedi veya komik bir durum olarak.
Bizim ekim ayı sonundan beri yaşadığımız hukuk devleti krizinde de durum böyle. 25 ekimde Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay için hak ihlali kararı vermek zorunda kalması aslında trajediydi; çünkü tarih tekerrür ediyordu, normalde bu AYM’nin daha önce içtihat oluşturduğu bir konuydu, böyle bir karar almasına gerek kalmamalıydı.
Ama sonra ne olduğunu biliyorsunuz. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi korkakça, Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise cüretkâr biçimde Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayı reddettiler.
Ben bu durumu ‘Anayasal düzene karşı darbe’ olarak niteleyen ilk kişiyim. Bir mahkeme kararının, hele hele Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmaması ‘Anayasanın kısmen veya tamamen yürürlükten kaldırılması’ydı.
Ama ülkemizdeki Anayasal düzenin diğer iki erki, yürütme ve yasama erkleri durumu pek ciddiye almadı, konuyu ‘yargının kendi iç meselesi’ olarak değerlendirdi, müdahale etmeye, anayasanın uygulanmasını sağlamaya çalışmadı, pasif kaldı.
Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi bir kez daha karar aldı. Bu kez İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesini Can Atalay’ın bireysel başvuru hakkını çiğnediği için mahkum etti. Üstelik kararını oy birliğiyle aldı.
AYM’yi bu kararı almak zorunda bırakan şartlar akılla, mantıkla ve izanla açıklanabilir olmaktan uzaktı. O yüzden trajedi komediye dönüşmüştü.
Anayasa Mahkemesi herkese Anayasa dersi vermek zorunda hissetmişti kendini. Oysa Anayasaya uymak sadece onun değil hepimizin, herkesin göreviydi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi bir kez daha korkakça davrandı, ‘Dosya bende değil’ dedi. Üstüne dün Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi’ni anayasayı çiğnemekle ve Türkiye’de ‘yargıçlar diktatörlüğü kurmakla’ suçlayan kararı geldi. Mesele iyice absürd komediye dönüştü.
Absürd, yani saçma ve anlamsız, akıldışı…
Böyle diyorum ama bir yandan da durum son derece ciddi aslında. Çünkü Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunu anlamsızlaştıran bu son krizde açılan kapının bizi nereye götüreceğinden hiçbirimiz emin olamayız.
Hatırlayın, zamanında Turgut Özal ‘Anayasayı bir kere çiğnemekten bir şey olmaz’ demişti, bugün de ‘Bir mahkeme kararını uygulamamaktan bir şey olmaz’ deniyor aslında.
Evet ama uygulamadığımız şey Anayasa Mahkemesi kararı. Evet bu karar bireysel başvuruyla ilgili. Birisi çıkıp ‘Canım karar sadece bir kişiyi ilgilendiriyor, uygulanmayınca bir şey olmaz’ da diyebilir. Ama bu yol bir kere açıldığında başka şeyler de olabilir.
Örneğin AYM bireysel başvuru değil de esas işi olan yasaların Anayasaya uygunluğu ile ilgili yaptığı bir denetimde bir yasayı iptal kararı verir de karar uygulanmazsa ne olacak?
Turgut Özal zamanında bunu da yapmış, AYM’nin gerekçeli kararını günlerce Resmi Gazete’de yayınlamamış, o arada iptal edildiğini bildiği eski kuralla bir sürü işlem yapılmasını sağlamıştı. İstanbul’un boğaza nazır Sevda Tepesi böyle satılmıştı.
Son Yargıtay kararını ‘absürd komedi’ yapan en önemli unsurlardan biri 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi’ni ‘jüristokrasi’ uygulamakla suçlaması. Jüristokrasi, yani gerçekte yetkisi olmadığı halde bir takım yargı kararlarıyla ülkeyi yönetme hevesi, basitçe söyleyişiyle ‘yargıçlar diktatörlüğü.’
Bu konuda çok mu taraflıyım bilmiyorum ama elimi vicdanıma koyup düşündüğümde esas jüristokrasi uygulamasını 3. Ceza Dairesi’nin yaptığını görebiliyorum.
AYM’nin Can Atalay’la ve başkalarıyla ilgili bireysel başvuru kararlarını beğenmemek elbette mümkün, nitekim çok sayıda insan bu kararları beğenmiyor. Ama kararı uygulamamak, bunu da Anayasayı çiğneme pahasına yapmak herhalde jüristokrasinin en uç hallerinden biri olsa gerek.
Bence artık şu anlaşıldı: Yargı organları arasındaki bu inatlaşma yargı eliyle çözülemiyor. O yüzden çözüm için devreye yasama ve yürütme erklerinin girmesinden başka çare kalmadı.
Bakalım bu iki erk üstlerine düşen görevi yapacak mı, yoksa ellerinde çekirdek torbalarıyla olan biteni izlemeye devam mı edecek?