07-11-2024
İsmet Berkan

Ekrem İmamoğlu’nun dünkü manifestosu neden çok önemli?

Ekrem İmamoğlu’nun dünkü manifestosu neden çok önemli?

BrandWeek aslında ilginç biçimde ‘Eski Türkiye’den kalma bir toplantı. Bir zamanlar ümit doluyduk, kapitalizm ülkemizde yükseliyordu ve o zamanlar yılda bir böyle BrandWeek dahil çok sayıda toplantı yapılır, önde gelen iş insanları gelir konuşur, binlerce kişi onları dinlerdi.

Sonra bu toplantılar sönmeye, sönükleşmeye başladı. Toplantıları düzenleyenler de ilgiyi taze tutmak için artık konuşma yapması için dünya çapında vizyoner insanları, iş dünyasının yıldızlarını, akademisyenleri değil TV ve sahne dünyasının ünlülerini çıkartmaya başladı.

Bu yılki BrandWeek de öyleydi aslında. Yıldızlarından biri şovmen Ata Demirer olacaktı, bir başka yıldızı Gülben Ergen’di.

Ama şans bu ya, toplantının yakınlaştığı aylarda umulmadık gelişmeler oldu. Birincisi defalarca Türkiye’ye gelip konuşmalar yapmış, kitaplarını anlatmış olan Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun Nobel Ekonomi ödülünü almasıydı. Acemoğlu birdenbire, geçmişteki görkemli günlerinden uzaklaşmış gibi duran BrandWeek’in yıldız konuşmacısı oldu (Bu durumu Ertuğrul Özkök 10Haber’de çok güzel anlatmıştı).

Ardından düne kadar üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi duran iç siyaset kaynamaya başladı. Derken son bir hafta olağanüstü hareketlendi, birdenbire ucunda erken seçim ihtimali bile bulunan çok sayıda imkan ve tartışma başladı.

BrandWeek’i başından beri İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun her türlü iletişim faaliyetinin yürütücüsü olan iletişimci, yayıncı iş insanı Necati Özkan’ın şirketi düzenliyor. Ekrem İmamoğlu’nun bu yılki BrandWeek’te açılış konuşması yapması da öngörülmüştü programda.

Bu aslında protokoler bir görev. Açılış konuşmalarının çok anlamlı, çok vizyon açıcı olması beklenmez. Hele konuşmayı yapanlar ‘devlet büyükleri’yse o konuşmalar genellikle toplantının konusundan tamamen ayrı bir sebeple gündeme gelir, o da gelirse.

Ama bu sefer öyle olmadı. Ekrem İmamoğlu son haftalarda giderek hızlanan siyasi ortamın kendisinden bir beklentisi olduğunun farkındaydı ve anladığım kadarıyla bu beklentiye cevap vermeye karar verdi, BrandWeek’e içi dolu bir konuşma metniyle geldi.

Konuşmanın tam metnini 10Haber’de bulabilirsiniz; ben içeriği kadar konuşmanın bu şekilde yapılmış olmasını da önemsedim, hatta konuşma metnini bir çeşit ‘manifesto’ olarak gördüm.

Sebebi şu: Ekrem İmamoğlu 2019’da İstanbul’a biraz da maceralı biçimde ve iki kez tekrar edilen seçimle belediye başkanı seçildiğinden beri genel anlamda muhalefetin gözünde ‘Tayyip Erdoğan’ı yenen adam’ olarak yer edindi. Bu sıfatıyla da herkes onun Erdoğan’dan sonra Cumhurbaşkanı olacağını varsayıyor veya olmasını diliyor.

2019 sonrasında Cumhurbaşkanı olma ihtimalini İmamoğlu kendisi de gördü, bunun için siyasi çalışma yapmaya, popülaritesini ve tanınırlığını İstanbul dışına, Anadolu kentlerine yaymaya çalıştı. Ama bu çabalar bir Karadeniz gezisi sonrasında kendi partisinden gelen tepkiler üzerine kesildi.

Fakat ok yaydan çıkmıştı; Türkiye’nin dört bir yanında muhalifler İmamoğlu’nu aday görmek istiyordu. Tek rakibi vardı, Ankara’nın CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş.

Fakat tabii bildiğiniz nedenlerle 2023’te muhalefetin adayı ne İmamoğlu oldu ne de Yavaş. Onlar yerine Kemal Kılıçdaroğlu yarıştı ve kaybetti.

Şimdi İmamoğlu ve Yavaş yeniden Erdoğan’ın yerine seçilecek insan muamelesi görüyor.

Tamam görüyorlar, ama biz ne Mansur Yavaş’ın ne de Ekrem İmamoğlu’nun ülke ve dünya meseleleri hakkında nasıl bir vizyona sahip olduğunu biliyoruz. Yavaş da İmamoğlu da isim olarak varlar, ama ne dedikleri belli değil.

İşte İmamoğlu’nun dün yaptığı konuşma ve içeriği bize ilk kez bu genç adamın dünya ve Türkiye meseleleri hakkında ne düşündüğünü başı sonu belli bir bütünlük içinde anlatıyordu. O yüzden önemli.

İmamoğlu’nu geçmişte liderlik özelliklerini göstermesi gereken zamanlarda kendini geride tuttuğu için eleştirmiştim. 2023 öncesinde kendi adaylığını daha güçlü dile getirmemesinden, CHP kongresinde de parti genel başkanı olmaktan geri durmasından söz ediyorum.

Ama son iki haftadır bu eleştirilerimi geri almamı gerektiren işler yaptı İmamoğlu. Bir kere kendi adaylığını çok güçlü ifadelerle dile getiriyor artık. Öte yandan örneğin Esenyurt Belediye Başkanı gözaltına alındığında ilk ve kuvvetli tepkiyi veren insandı. Bu tepkiyi tereddütsüz verdi İmamoğlu ve sanırım Özgür Özel’in Mardin’e gidip DEM Partili Ahmet Türk’le ortak mitinge çıkmasının arkasında da o vardı.

Nitekim bu son gelişmeler Türkiye iç siyasetinde büyük olasılıkla Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli arasındaki bir bilek güreşinin sonuçlarıydı zaten; o yüzden belki erken seçim ihtimalini bile konuşur olduk.

İşte bu ortamda Ekrem İmamoğlu’nun bir nevi siyasi program açıklaması, dünyayı ve Türkiye’yi hangi gözle okuduğunu anlatması, yani siyasi görüşleri hakkında biz vatandaşlara daha ayrıntılı bilgi vermek istemesi anlamlı ve önemli.

Düne kadar CHP’de iki olası adaydan, İmamoğlu ile Mansur Yavaş arasındaki olası kavgadan söz ediyorduk. Bugün İmamoğlu çok öne çıkmış durumda.

Bu ‘haysiyet’ meselesini sadece ben söylemiyorum

Bu ‘haysiyet’ meselesini sadece ben söylemiyorum

Dün bu köşede Donald Trump’ın seçim galibiyetini Demokratların yıllardır haysiyetiyle oynadığı çoğunluklara borçlu olduğunu yazdım. Birebir aynısı olmasa da benzer bir durum bizde de var: Ak Parti uzun yıllar haysiyetiyle oynanan çoğunluklara o haysiyeti geri verdiği için 20 yıldır iktidarda.

Bu sabah The New York Times gazetesini okurken gazetenin önemli köşe yazarlarından David Brooks’un yazısına denk geldim. ‘Seçmenden seçkinlere: Şimdi beni görüyor musun?’ başlıklı yazı benim kötü çevirimle şöyle başlıyordu:

‘Yeni bir siyasi döneme girdik. Son 40 yıldır enformasyon çağında yaşıyoruz. Biz eğitimli sınıflar endüstri sonrası ekonomisinin bizim gibiler tarafından kurulacağına karar vermiştik. Bu karar uyarınca da bütün sosyal politikaları kendi ihtiyaçlarımıza göre tasarladık.

Eğitim politikalarımız insanları bizim de izlediğimiz yolları izlemeye zorladı; dört yıl üniversite eğitiminden geçecekler, böylece ‘geleceğin işleri’ için yeterli olacaklardı. Bu arada meslek eğitimini boşladık. Serbest ticaret sistemini kucakladık, endüstriyel işlerin daha ucuz işçilik sunan ülkelere kaymasına göz yumduk, böylece enerjimizi üniversite ve sonrası eğitime sahip kişilerin bilgi ekonomisi girişimlerine odakladık. Bankacılık ve danışmanlık sektörleri patlarken üretim ekonomisi geriledi, işsizlik arttı.

Coğrafya bize önemsiz gibi gözükmeye başladı. Sermaye ve beceri düzeyi yüksek eğitimli iş gücü Austin, San Francisco ve Washington’da toplaşmak istiyorsa toplaşsın dedik, ülkenin geri kalanında ne olduğuna bakmadık, oralarda kalan toplumun geriye düşmesini umursamadık. Göçmen politikalarımız yüzünden daha iyi eğitimli göçmenler düşük ücretli işlere girdi, bizim düşük becerili işçilerimiz yeni bir rekabetle karşı karşıya kaldı. İşi pixellerle çalışmak olan insanların tercihiyle yeşil ekonomiye yöneldik, üretimde veya taşımacılıkta çalışan, hayatı fosil yakıtlara dayalı olanları unuttuk, küçümsedik…’

Burada yazının tamamını çevirecek değilim, meraklısı yukarıda verdiğim linkten okuyabilir. Bir konunun altını çizmeliyim ama:

Gerçekten de Amerika’da sosyal sınıflar arasındaki çizgi eğitimden geçiyor. Daha çarpıcısı şu: Amerikan liselerinde sınıflarının en başarılısı olan yüzde 10’un üçte ikisi kızlardan oluşuyor. En başarısız yüzde 10’un üçte ikisi ise erkeklerden.

Trump’ın seçmenlerinin yüzde 50’den fazlasının erkek olduğunu unutmayın.

Amerika’da en sıradan devlet üniversitesinin bile yıllık maliyetinin 50 bin dolar olduğunu ve bu rakamın pek çok aile için ulaşılamaz bir rakam olduğunu unutmayın.

Necip Fazıl’ın Türkiye için söylediği ve Ak Parti’nin çok beğendiği şiir dizlerindeki gibi ‘kendi memleketlerinde parya’ durumunda bazı Amerikalılar. İşte Trump’ı seçtiren de bu paryaların isyanı.