Çok kişi bana kızacak ama Barış Harekat’ının 50. yılında bu Kıbrıs yazısını yazmazsam olmaz
Oturup dünyanın en sıkıcı haber ve köşe yazısı konuları sıralaması yapmaya kalksam, herhalde listenin başına Kıbrıs sorununu yazarım.
Bugün Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50. yıldönümü. Sabah medyayı tararken Kıbrıs hakkında 10’a yakın yazı gördüm. Hiçbirini okumadım. Benim bu yazımın da okunmama riskini göze alıyorum.
Ama şunu biliyorum: Okuyanlar, özellikle de ulusalcılar bu yazıya çok kızacaklar ama ben yine de yazıyorum, söyleyeceklerimin hiç değilse bir kez açıkça söylenmiş olmasını önemli buluyorum.
Bir çocuğun sevinci
Ben bu yıl 60. yaşımı doldurdum, 61’den gün almaya başladım. Demek ‘Kıbrıs çıkartması’ yapıldığında 10 yaşındaymışım.
Çocuk halimle hayal meyal TV’deki paraşütçülerin Kıbrıs’a iniş, çıkartma gemilerinin Girne’ye asker çıkarma ve ilk çatışma görüntülerini hatırlıyorum. Bir de tabii Kıbrıs’ta bulunan toplu mezarları.
İstanbul’da oturduğumuz mahalle Yeşilköy Havaalanına yakın kabul ediliyordu, mahallemizin kıyısına uçaksavar bataryaları kuruldu, oradaki askerleri hatırlıyorum.
Camlarımızı koyu renkli kağıtlarla kapladığımızı, karartmaya sıkı sıkıya uymamız için bekçilerin gece dolaşıp evleri uyardığını unutmama imkan yok…
Elbette herkes gibi ben de, ailem de Kıbrıs çıkartmasından ve orada elde edilen askeri başarıdan büyük gurur duyduk. Müthiş bir milliyetçilik patlaması vardı, çocuk halimle bunu aynen maç kazanma sevinci gibi görüyordum.
Birkaç hafta sonra Rum komşularımızın, Yeşilköy’de birlikte top oynadığım Rum arkadaşım Aris’in sanki hiç burada yaşamamışlar gibi arkalarında iz bırakmadan taşınıp gitmesinin üstünde çocuk halimle hiç durmadım bile.
Türkiye’deki çocukluk ve yetişkinlik meselesi
Peki neydi Kıbrıs sorunu ve neden Türkiye savaşa girmek gibi en son başvurulacak bir çareye başvurmak, Kıbrıs’a asker çıkartmak zorunda kalmıştı?
Çocukken, dediğim gibi Barış Harekatı bir maç sevinci gibiydi; açıkçası o zaman sorulan yegane soru Türk askerinin neden Ada’nın tamamını almadığıydı. Bu soru da toplumca yaşadığımız çocukluğun önemli bir parçasıydı.
Neyse ki Ankara’da ‘yetişkin’ler vardı. Biliyorsunuz askeri harekat iki aşamalı yapıldı. Önce uluslararası toplumun çağrısına uyuldu, ateşkes ilan edildi. Sonra BM nezdinde yapılan pazarlıklarda uyum sağlanamayınca dönemin Dışişleri Bakanı Turhan Güneş’in ‘Ayşe tatile çıkabilir’ şifresiyle ikinci harekat başladı ve bugünkü sınırlara ulaşıldı.
Türkiye’de harekatı çocuksu bir sevinç ve askeri zafer duygusuyla karşılayan geniş bir kesim harekatın neden iki aşamalı yapıldığını da, ikinci harekatın neden bugünkü sınırlarda son bulduğunu da anlayamadı ve dolayısıyla kabullenemedi. Örneğin hükümet ortağı MSP’nin lideri Necmettin Erbakan’a göre Türk askeri Kıbrıs’ın tamamını almalıydı.
Harekatın meşruiyeti
Kıbrıs’la ilgili hayli eleştirel tutuma sahibim ama 50 yıl önce yapılan Barış Harekatı’nın meşruiyetini ve hatta gerekliliğini her zaman söyledim, bundan sonra da söylerim.
Kıbrıslı Rumlar, İngilizlerin adayı terk edeceğinin anlaşıldığı 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Adada yaşayan Türklere etnik temizlik uygulamaya başladı. Köy basmalar, katliamlar yaşandı, Türkler göçe zorlandı.
50’li yılların ikinci yarısında Türkiye’de genel kabul görmüş görüş adayı taksim etmekti. Yani Türk tarafı ve Rum tarafı diye ikiye bölmek. Rum tarafında adanın Yunanistan’la birleşmesini savunan ciddi bir silahlı örgüt vardı: EOKA-B.
1974’te bardağı taşıran damla açıkça EOKA-B örgütü mensubu olduğu bilinen Nikos Samson diye birinin aslında bizim hiç sevmediğimiz Kıbrıslı Rum lider başpiskopos Makarios’a darbe yapması ve yönetimi ele geçirmesiydi.
Türklere yönelik etnik temizliğin hızlanacağını ve Adanın tamamının bir Rum adası olarak Yunanistan’a bağlanmak istediğini gösteren bir gelişmeydi bu, Barış Harekatı bunu durdurmak için yapıldı.
Harekat emrini veren Başbakan Bülent Ecevit on yıllar sonra bir sohbetimizde ‘Aslında’ dedi, ‘Kıbrıs sorunu 1974’te sona erdi.’
Gerçekten de, eğer sorunu sadece Türklere yönelik etnik temizlik olarak görüyorsak Ecevit haklıydı, bu mesele Türk askerinin müdahalesiyle sona erdi. Nitekim izleyen yıllarda Rum tarafında EOKA-B diye bir örgüt de kalmadı, ‘enosis’ yani birleşme yanlısı Rum elbette var Güney Kıbrıs’ta ama bu akım artık marjinal.
Neden iki harekat yapıldı, neden Ada’nın tamamı alınmadı?
Anlatmaya çalıştığım gibi Türkiye askeri harekatının meşruiyetini EOKA-B adlı örgütün varlığından ve bu örgütün yaptığı hükümet darbesinden alıyordu.
Türkiye ilk ateşkes çağrısına uyup askeri harekatını durdurdu, çünkü Kıbrıs’ta Nikos Samson darbeci yönetimi devrildi, Makarios geri geldi. Türkiye bu durumu Kıbrıs’ta 1960 Anayasasının ve anlaşmasının güçlendirilerek yeniden ihyası için fırsat olarak kullanmak istedi ama görüşme masasındaki Rum ve Yunan tarafı buna yanaşmıyordu. O zaman ikinci harekat yapıldı; Türkiye Ada üzerinde ‘Bu topraklar Türklerindir’ dediği yerleri aldı ve durdu. Yani hala meşruiyet çizgisinde hareket etti.
Adanın tamamını almaya kalksak meşru harekat birdenbire gayrı meşru duruma düşecekti. Türkiye’deki çocuksu sevincin anlamadığı şey buydu.
Çözüm iradesi mi, çözümsüzlük iradesi mi?
Aslında diplomasi 2. harekat sırasında ve sonrasında da devam etti. Türkler ile Rumlar Adada bir federe devlet çatısı altında mı yaşasın, yoksa üniter bir devlette egemenliği mi paylaşsın, Türklerin ve Rumların güvenli yaşam sürmeleri nasıl sağlansın konusu hep masada kaldı. Baktığınızda bugün de eğer bir Kıbrıs masası varsa, temelde konular bunlardır.
Olması gereken, en fazla birkaç yıl içinde Kıbrıs’ta çözüm bulunması, yeterli güvenli ortam oluştuğunda da Türk askerinin Ada’dan geri çekilmesiydi. Ama işte bugün 50. yılını eda ediyoruz bu başarılı harekatın, Türk askeri hala orada, Ada hala ikiye bölünmüş durumda.
Türkiye’de taksim, Yunanistan’da enosis neden yok oldu?
Az önce söyledim, 50’li yıllarda konuştuğumuz adayı taksim etmekti; bugünkü bölünmüşlüğü tescil etmek ve iki ayrı egemenlik kurmaktı. Rum tarafında ve Yunanistan’da da bu duygu hakimdi.
Ama bugün ne Türkiye’nin ne Yunanistan’ın pozisyonu bu. Haksızlık etmeyeyim, Türkiye Kuzeyde KKTC’yi kurarak taksim yolunda bir adım attı aslında ama fiili durumu anlatan bu devletin uluslararası kabulü söz konusu değil.
Türkiye nasıl taksim fikrini yüksek sesle söylemekten vazgeçtiyse Yunanistan da enosisi dile getirmiyor. Çünkü bu iki devlet, Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün uzamasının bir biçimde kendi lehlerine olduğunu düşünüyor.
Kıbrıs’ın ödettiği ağır bedel
Çözümsüzlüğün ‘vatan toprağına toprak katma’ duygularının yeşermesinden başka Türkiye’ye ne kazandırdığını bilmiyorum. Ama çok şey kaybettirdiğini, ilk birkaç yılda bulunamayan çözümün Türkiye’ye ciddi bedel ödettirdiğini biliyorum.
Bu bedellerin birincisi, ne milli güç olarak ne ekonomi olarak ne de diplomatik bir varlık olarak Türkiye ile kıyaslanabilir tarafı olmayan Yunanistan’ın yükselmesidir.
Yunanistan, zaman içinde Kıbrıs konusunda mağdurun kendisi olduğunu bütün dünyaya kabul ettirdi. Oysa anlatıyorum, başlangıçta mağdur Türkiye ve Türk tarafıydı ve bütün dünya da bunu kabul ediyordu zaten.
Bugün Türkiye’den bir hayli daha zengin bir ülke olan Yunanistan, bir anlamda Türkiye’nin uluslararası kaderini de elinde tutacak güce sahip. Bu gücünü daha birkaç yıl önce bir kez daha gösterdi bu küçük ülke, bir bakın etrafınıza ‘Mavi Vatan’ diye yüksek perdeden konuşan kaldı mı?
Ama yegane bedel bu değil. Önce ASALA terörünü, ardından da PKK terörünü Türkiye’nin başına bela eden ülkelerin başında Yunanistan gelir.
Kıbrıs sorunu 1974’ü izleyen birkaç yıl içinde çözülmüş olsaydı, ne ASALA terörü ve bu çapta bir ‘Ermeni soykırımı’ sorunumuz olurdu uluslararası planda ne de PKK denen örgüt bunca yıl ayakta kalabilir, bunca cana ve ekonomik kaynağa mal olurdu (Bugünkü PKK’nın Yunanistan’a ihtiyacı yok ama 80’li ve 90’lı yıllardaki PKK Yunanistan ordusunun özel kuvvetleri tarafından eğitildi, onlara Yunanistan’da sığınak sağlandı. Abdullah Öcalan’ın 1999’da kaçarken ilk durak olarak Yunanistan’a gitmesi de, sonra Kenya’da Yunan Büyükelçisinin evinde kalması da tesadüf değildi).
Bedelleri uzatabilirim. Bugün Türkiye’nin AB dışında olmasının da, ekonomik fakirliğinin de, hatta demokrasisinin bu halinin de arkasında Kıbrıs sorununun çözülmememiş olması yatar şu veya bu ölçüde.
Dünya bir yana Türkiye bir yana… Nereye kadar?
Dünyada geçerli uluslararası sistemin adil olmadığını söylemeye bile gerek yok. Bu adaletsizliği Kıbrıs sorunundan ötürü hepimiz görüyoruz, biliyoruz zaten.
Ama meseleye salt böyle bakmak da çocuksu bir bakış aslında. Çünkü dünyanın geçerli uluslararası düzeni tarihin hiçbir anında adalete, yüksek ahlak ilkelerine dayalı değildi zaten. Düzeni daha çok güç ilişkileri belirler.
Türkiye Kıbrıs konusunda da, az önce Kıbrıs kaynaklı olduğunu söylediğim ayrılıkçı PKK terörü konusunda da adaletsizliğin kurbanı olduğunu düşünüyor ve neredeyse bütün dünyaya karşı tek başına durmaya çalışıyor. Daha doğrusu bu ‘Gerekirse tek başımıza bütün dünyaya direniriz’ ruh hali zaman zaman ülkemizde geçerli siyaset haline geliyor.
Osmanlı’nın büyük padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın bilinen dünyaya ayar verdiği, Fransa’da kimin kral olacağını bile belirlediği, İspanyolların ‘Büyük Armada’sına karşı küçük İngiltere’yi destekleyip sonuç aldığı dönemler geride kaldı.
İşte bakın, son ‘yerli, milli ve tam bağımsız’ dış politika girişimimiz birkaç yıldır nasıl bir neticeye ulaştı, görüyorsunuz. Dış politika denince sadece ‘hard power’ın, yani askeri gücün anlaşıldığı bir kısa dönem ve fetih tutkusu izlenimi vermemiz başımıza ne büyük işler açtı.
50 yıllık Kıbrıs meselesine bir de böyle bakın: Bir yaranın kapanmaması, kabuk tutmasına bile izin verilmemesi kime ne fayda sağladı?
O sözü söylediğinde de Bülent Ecevit’e katılmamıştım, bugün de katılmıyorum. Hayır, Kıbrıs sorunu 1974’te çözülmedi, çok yeni başka bir aşamaya geçti sadece.
Başlangıçtaki yetişkin tutum çok kısa sürede o çocuksu sevince mağlup oldu ve bu hala geçerli. Bugün sorsanız, çoğunluk Kıbrıs’ın tamamının alınmamasından pişman.